“bi sıkıntı olmasın?”



konya melike hatun çarşısındayız (kadınlar pazarı diye de biliniyor), yüksek tavanlı bir mekan, ortada sebze-meyveciler, kenarlarda da sakatat, peynir, zeytin satan dükkanlar. konya'nın meşhur küflü peynirinin peşindeyiz, girer girmez ilk dükkanda rastlıyoruz, kocaman, yeşil bir kütle, “ha bu muymuş” diyoruz, biraz şüpheli tonda. rokfor'a benziyor ama bu biraz fazla küflü diyil mi diye kıllanıyoruz hafiften. çarşıyı gezmeye devam ediyoruz, vitrinlerde envai çeşit sakatat var, kuyruk yağları, işkembeler, kuzu böbrek vs. "dana zıpkın" yazan şeylere takılıyor gözüm, hafif yağlı yuvarlacık parçalar, “allah allah, hayvanın neresi ola bu” diye merak ediyoruz ama sormak aklıma gelmiyor. bi cesaret, küflü peynirin tadına bakıyorum, “aa gayet güzel”, rokforu andırıyor ama yağsız ve daha hafif bir aroması var. "bir parça alayım" diyorum ama bi yandan da satıcıya sormadan edemiyorum: “küflü ya bu şimdi, bi sıkıntı olmaz diy mi? "amma yaptın abla, öyle olsa konya'da adam kalmaz" diyor işbilir esnaf :) "tamam" diyorum, "biraz küflüden, biraz da şu çörek otlu yerli tulumdan alayım." bi yandan küflü peynirleri uçakta bagaja vermek gerek diye düşünüyorum, yoksa "neo, kokuşuk peynirler ve uçak maceralarına" üçüncüsü eklenebilir. bi yandan da dr house dizisinde küf yüzünden yaşanan tuhaf hasta vakaları aklıma geliyor. neyse takılmayalım, bütün konya yiyormuş işte! peynirleri, meşhur bamya çorbasından eve dönünce de yapmak üzere aldığımız dünyanın en küçük kuru bamyalarını ve meşhur konya şekerlerimizi otele bırakmak üzere ordan ayrılıyoruz. (sonra google'dan baktım, "dana zıpkın" dana kuyruğu imiş, ehem..)

çarşı pazar işinden önce mevlana türbesini ziyaret ediyoruz, klasik bir sürü japon turist var etrafta, hava çok soğuk, türbenin taş duvarları havayı daha da mı soğutuyor ne, türbenin bir kısmında restorasyon var, ziyarete açık alanları geziyoruz, ofisten bir arkadaşa konya'dan ne istersin diye sormuştum, düşünüp bir şey bulamayınca, mevlana'ya selam söyle bizden yeter diye cevap vermiş, ben de eyvallah demiştim, okuduğum fatiha'nın ardından onun selamını iletiyorum. mevlanın hayatına, o dönemdeki konya'ya ait bilgilendirici bir levha, bir broşür falan arıyor gözlerim ama yok, allahtan yanımızda tanpınar'ın beş şehir'ini almışız, akşam oradan epey bir şey öğreniyorum. daha önce de bursa seyahatine götürmüştük kitabı, cumalıkızık'ta kaldığımız konağın balkonundan gün batımlarında okuyorduk, pek güzel oluyordu. konya için de şöyle diyor tanpınar:

“Konya insanı ya sıtma gibi yakalar kendi âlemine taşır, yahut ona sonuna kadar yabancı kalırsınız. Meram bağlarının tadını alabilmek için ona yerli hayatın içinden gitmek lâzımdır. Konya tıpkı Mevlevîlik gibi bir nevi initiation ister. Bu alışma bittikten sonra şehir yavaş yavaş size, tıpkı bugün için verebileceği her şeyi verdikten sonra, sizden uzakta geçmiş çocukluğunu ve gençliğini de hediye etmek isteyen, kesik, başı boş hatırlamalarla onları anlatan, güzel ve sevmesini bilen bir kadın gibi mazisini açar. Ve siz dinlediğiniz bu hikayelerin arasından sevdiğiniz, güzelliğine ve olgunluğuna hayran olduğunuz kadını nasıl şimdi küçük ve nazlı bir çocuk, biraz sonra ürkek bir genç kız veya ilk aşkların, heyecanların içinde henüz çok tecrübesiz bir kadın olarak görür ve hiç tanımadığınız o günlere ait bin türlü sevimliliğin, cazibenin, tuhaflığın, korku ve telaşın, azabın arasından onu başka bir mahlûk gibi sevmeye başlarsanız, Konya’yı da bu yeni tanıdığınız hüviyetiyle öyle yeni baştan, onunla beraber bu geçmiş zamanına eğilerek ve adeta ona hasret çekerek ve artık bu maziyi ve onun kudretini iyice tanıdığınız için onun arasından bütün bütün sizin olacağına inanmayarak sever ve tanırsınız."


Bu şahane Tanpınar alıntısından sonra yazmaya devam etmek de riskli iş, “bana bu kadarı yeter, yazmış işte üstad, neolitik hanım’ın yeme-içme ayrıntılarıyla dolu zırvalarını nabayım” diyebilirsiniz ki hakkınız var. Ama olsun belki devam edersiniz okumaya :) Mevlana türbesi’nde derviş duruşlu pek sevimli kedinin fotoğrafını çektikten sonra aladdin cami ve civarını, Karatay medresesindeki çini müzesini (çinilerdeki insanların yüz ifadelerine bayıldım, neşe mi desem muziplik mi, pek hoştu) gezdik. Bu arada hava bir açtı, bir kapadı, bir yağmur yağdı, bir güneş parladı. Şemsiye, güneş gözlüğü ve numaralı gözlük (müzelerdeki yazıları okumak için elzem) arasında geçiş yapıcam diye epey bi yıprandım. Yemek molası verdik ama grup halinde dolaşmanın cilveleri yüzünden gözümüze kestirdiğimiz yerde degil de başka yerde yedik, esnaf lokantasından hallice idi, fırın kebabını denedim, lezzetliydi, ha bir gün önce de metrelerce etli ekmek yedik, onu söylemeyi unuttum, meram tarafında havzan diye bir yere gittik, şahaneydi, incecik hamur, üstünde nefis malzemeler. Konyaya yolunuz düşerse mutlaka gidin.

Çini müzesinden sonra şems’in türbesine gittik, e gitmişken bütün hikayeyi başlatan zatı ziyaret etmeden dönmek olmazdı. Şakır şakır yağmur yağarken girdiğimiz türbeden çıkarken, güneş gözümüzü kamaştıracak kadar parlaktı. Ordan da son durak olarak yine Selçuklu dönemi eserlerinin sergilendiği sahip ata vakfı müzesine gittik, yenilerde restore edilmiş ve de çok incelikli detaylarla süsleyerek yapılmış yeniden düzenleme işi. Tanpınar’dan alıntılarla süslenen (“...İnce Minareli’nin cephesi tiftikten dokunmuş büyük bir sultan çadırına benzer”) müzenin restorasyon öncesi hali içler acısıymış, 2005’te ihaleyi alan inşaat şirketinin ustaları “yeniliycez bunları” diye 700 yıllık çinileri balyozlarla yere indirmiş! Vakıflar müdürlüğü yapılanları görünce işe el koymuş, dava açılmış vs. sanki evin banyosuna fayans döşeniyor ya, bu nasıl bir şey, insanın aklı almıyor! Zamanın etkilerinden ve ustaların balyozlarının gazabından kurtulanlar eski yerlerine konmuş, eksikler de yenileriyle tamamlanmış, ortaya etkileyici bir müze çıkmış. Giderseniz orayı da mutlaka görün.

Vaktimiz az, gidecek yer çoktu ama artık uçak saati yaklaştığından otele döndük, ben seyahat öncesi klasik pimpirikliliğimle milleti erkenden alana getirdim, uçak da bir güzel rötar yaptı mı sana? Konya havaalanını ezberlemiş olduk, yeni çıkan abur cuburları denedik (domatesli fesle ğenli çizi güzel, minik halleyleri begenmedim, üstündeki kakaolu pıtırıklar sinir bozucu). dönüşte pilot her zaman yaptığı “şu yükseklikteyiz, ineceğimiz alanda hava sıcaklığı şu” anonsunda “istanbul’a yaklaşırken orta şiddette türbülans bekliyoruz” dedi mi, sana! Zaten birkaç yıldır hasıl olan uçak korkumu yeni yeni yeniyorum aldı mı beni endişe, belli etmiyorum ama acayip gerginim, arkadaşla kedi muhabbeti yapıyoruz, önümdeki salataya saldırıyorum, zaman geçmiyor bi türlü. Bu türbülansın (word “türbülans” yerine “hava burgacı” kelimesini önerdi şu noktada :) önceden bilindiğini de duymamıştım, aniden girilip çıkılıyor sanıyordum, meğer pilot raporlarına dayalı olarak tahmin edilebiliyormuş. İnmemiz gereken saati geçiyoruz, hava acayip bulutlu, aşağıda ışık mışık yok, bir onbeş yirmi dakka dolanıyoruz havada, sonunda tekerlekler açılıyor vee sağ salim pistteyiz. Havada yaşadığım korkuyu hemen unutuyorum, kulaklarım hafif tıkanmış, sakız çiğnemek iyi geliyordu ama unuttum, hemen konya’dan bulduğum yeşil kutulu, misvak aromalı sakızdan atıyorum ağzıma, oh be! Artık yerdeyiz ya, “ya ne güzel geçti şu Konya seyahati diy mi” diye şakımaya başlıyorum :)

not: çini fotoğrafları şurdan:
http://www.flickr.com/photos/efendi/9221449/in/set-72157600004993701/

10 yorum:

aslı hayvanı dedi ki...

benim mikrobiyolog bi ablam var. tencerede bişii küflendi mi yemeği atması yetmeyip, tencereyi de çöpe atıyor. ha ama kendisi evde kımıl kımıl kefir üretip yer onu afiyetle, o ayrı.

neysem bu yüzden küflü peynir kelamından sonrasını okuyamadım yazının :D

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Güzel geçmiş, güzel!
Sefanız olmuş olsun!
:)
Bamyayı öğrenmiştim de küflü peyniri ilk duyuyorum, hımm...

Neocum,
Seninle geziye gitmek çok eğlenceli olmalı, tam kafama göre ilgilerin.
Tam bu noktada aklıma geldi yine; şu Eskişehir gezisini ne vakit yapceeez?
;)

gülçin dedi ki...

evet Neocum, bundan sonra Eskişehir'de bir bloggerler zirvesi düzenlemeni bekliyoruz. Tam da bahar geliyor, ohh mis.

sevgiler.

neo dedi ki...

aslı hayvanı,

küf var küf var tabiy, faideli olanların yeri ayrı. ben pek takılmam aslında, ama safi küften ibaret peyniri görünce kıllandım biraz.

...

ekmekçi kız,

bamya çorbası pek lezizdi valla, sevmeyeni çoktur ama ben bayılırım, limonu da sıkarsın ekşi ekşi nefis :)

seyahat konusunda fena değilimdir, mızmızlanmam, şikayet etmem pek, üşengeçliğim de seyahatlerde askıya alınır, oraya da gidelim, burayı da gezelim diye dolanırım :)

eskişehir konusunda gönüllü bir organizatöre ihtiyaç var, ben o konuda iyi değilim bak. bi de grupla gezmek, herkesi memnun etmek zor iş.

...

gülçinciğim,

dediğim gibi ben organizasyon konusunda pek iyi degilim, birileri haydi gidiyoruz desin ben geleyim :)

sevgiler

gülçin dedi ki...

hmmm o zaman bu bloggerlar zirvesi organizasyonu işini sevgili ekmekçikız'a ihale edelim :) elimizde mimozalar gidelim Eskişehir'e.

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Gülçinciğim,
Fazla ısrar etme, yaparım bir organize iş sonra bak!...
:))

Güneşli Günler dedi ki...

Konya'ya bir kereliğine o da belgesel çekimi için gitmiştim. Haliyle gezilecek yerlerini de gezmiştik bir hayli,güzel şehir, farklı bir ruhu var, etli ekmek nefis, alaattin ve selahattin tepelerinin hikayesi pek hoş. Fakat ben en çok tabak gibi dümdüz cofrafi yapısına ve şehrin ortasından işleyen eski tramvayına hayret etmiş ve sevmiştim...

neo dedi ki...

gülçin,

hah! en doğru kişiyi buldun organizasyon için :) ekmekçi kız bizi eskişehir'e götür!

neo dedi ki...

ekmekçi kız,

valla niyetlenirsen şu eskişehir işine danışmanlık yaparım seve seve, ne yenir ne içilir rota çizerim, gezdiririm.

neo dedi ki...

güneşli günler,

bak tramvaydan bahsetmeyi unuttum. alaaddin tepesinde kahvelerimizi içerken önümüzden geçti, bir şehre tramvay böyle mi yakışır!