alışveriş üzerine



"kağıt havlu bitmek üzere, süt de azalmış, ha bir kedi maması..." ofiste dolanırken fark ettiğim eksikler bunlar, asistanımız işten ayrıldı, bir süredir onun yaptığı işleri aramızda paylaşmış durumdayız. alışverişe talip oldum. alışverişi pek sevmem aslında, yani ne istediğini bilmeden çıkıp abuk subuk şeyler alıp döndüğün türde alışverişleri (eminönü seferleri bu durumun dışında tabiy :) benim sevdiğim, evde/ofiste eksikleri görüp, listeler yaparak, fileyi ve bez çantaları yanıma alarak çıkılan türde olanlar. listedeki bütün eksikleri alınca önemli bir iş başarmış gibi hissediyor insan :) ha bir de listeye sadık olma meselesi var, ne eksik olacak ne fazla.

biliyorsunuz bir yılı aşkın süredir bir ev arkadaşım var, biriyle evi paylaşınca alışveriş alışkanlıkları da değişiyor. onun sevdiği/sevmediği şeyleri dikkate alarak yapıyorsunuz. benim eve dönüş saatlerim daha makul olduğundan ve de -biraz dedikodu yapalım- arkadaşımın eve ilgisi biraz sınırlı olduğundan alışveriş işini genelde ben hallediyorum. belli şeyler belli yerlerden alınıyor, kedinin maması beşiktaş'taki pet shop'tan, marul, maydonoz, turşu vs şeyler beyoğlu balık pazarından, peynir türevleri karaköy'deki namlı'dan, pasta alınacaksa burc lebon'dan vs.

alışverişi, eksikleri önceden görüp, "aa ... bitmiş" türü cümleler kurulmasına izin vermeden yapmak mühim. bitmiş şeyi zaten görür ve alırsın, önemli olan bitmek üzere olduğunu görüp önceden harekete geçmek. hele çöp torbası, tuvalet kağıdı, süt gibi temel şeyler mutlaka bitmeden temin edilmeli. neyse, sabah ofise eksikleri alırken, bu alışveriş meselesine öteden beri yatkın olduğumu düşündüm. ilkokuldayken de evin acil eksiklerini alır gelirdim bisikletimle. plastik yoğurt kabını gidona takar, mandıraya giderdim, haftasonu gazeteleri, ekmeği de yine bisikletle alır gelirdim. evin küçüğü olmaktan kaynaklıyordu biraz bu işlerin bana kalması ama biraz da ben gönüllü olurdum, hem gezmek, hem de büyüklerin yaptığı bir işi tamamlayabilmek hoşuma gidiyordu sanırım.


babam da bir ara lojmanlardaki kantinin tedarikçisi olarak görev yapmıştı. sık sık istanbul'a mal almaya giderdi. babam da sever alışverişi, onun zamanında kantindeki ürünlerden herkes pek memnundu diye hatırlıyorum. bol çeşit, taze meyve-sebzeler, şeftaliyi bir yerden alıyordu mesela ve herkes bayılıyordu. bir yılbaşı öncesinde de hatırladığımda hala beni gülümseten bir sürpriz yapmıştı. yılbaşında illa ki hediye beklerdim ben, filmlerden falan etkiliyordum sanırım, noel baba, şömineye asılı çoraplar vs. eksik olmasınlar, bizimkiler de hevesimi kırmayıp ufak tefek bir şeyler alıyordu .

o sene, yılbaşından birkaç gün önce babam "sana bir sürprizim var" demeye başladı, ilkokula yeni başlamışım, süpriz diyince aklı başından giden bir minik kızım işte, günlerce babamın başının etini yedim, "nedir sürpriz, ne aldın bana vs". sonunda yılbaşı günü -bir cumartesiydi diye kalmıs aklımda- beni elimden tutup kantine götürdü. yıl sonu sayımı yapıldığından kantin kapalıydı, içerde birkaç asker rafların arasında çalışıyordu. arka tarafa doğru yürüdük, bana "yukarı bak" dedi, bir de baktım ki bütün raflar çeşit çeşit oyuncakla dolu! fatoş diye bir oyuncak markası vardı o zaman, bebekler, içi doldurulmuş bez oyuncakları olurdu. kantinde oyuncak da satılsın diye düşünen babam, istanbul'a son gidişinde fatoş'tan da yüklüce mal almış ve onları satışa sunmadan önce istediğim oyuncağı seçmem için beni kantine getirmişti. acayip sevindiğimi ve seçim yapmakta çok zorlandığımı hatirliyorum, yumuşacık beyaz kuzular, kurbağa kermitler, bebekler... sonunda kızılderili kostümü giymiş koca kulaklı bir fare aldım :) en sevdiğim arkadaşıma da kırmızı kurdeleli, kara gözlü bir kuzu. bir sürü kızın, "aa niye fare aldın, bebek alsaydın ya" dediğini hatirliyorum. oysa cok sevmistim ben o fareyi, kırmızı, kenarları püsküllü bir pantolonu, yanaklarında da kırmızı savaş boyaları vardı. yıllarca en sevdigim oyuncağım oldu, bir taşınma sırasında kaybolmasaydı keşke...

neyse, kağıt havludan nerelere geldim böyle, alışveriş iyidir, siz nerelerden alışveriş yaparsınız, ne seversiniz, neler alırsınız?



resimlerle ilgili not: amerikan filmlerinde millet kesekağıdıyla alışverişten gelir ya, hastayım onun. artık bizde manavlar bile doğru dürüst kullanmiyor kesekağıdı falan, varsa yoksa o kötü siyah poşetler.



ikinci resimde kızılderili farenin bir kısmı görülüyor :)


tatlı bir kitap: kirpinin zarafeti


"şöyle güzel bir kitap okumayla" ilgili olarak kısa süreli bir lanete uğramıştım hatırlarsanız, orhan pamuk'un romanıyla başlayan, onu takip eden birkaç kitabın da "bu ne yaa!" duygusu yaşatmasıyla devam eden, "yarebbim bi daha hiç güzel kitap çıkmayacak mı karşıma" diye vehimlere kapıldığım bir dönemim oldu. neyse, boşuna endişelenmişim, sonunda "kirpi ve zarafet"i keşfettim. önce ismi dikkatimi çekti, kirpi olsun, tilki olsun, baykuş olsun, bunlar hep sevdiğimiz varlıklar. "aa ne guzel isim, neymiş bu?" deyip elime aldım, baktım kapağı da pek hoş. sonra arkasındaki yazı da cezbedince denemeye değer dedim, iyi ki de demişim. çok tatlı bir romanmış bu, bir kitap için bu ifade tuhaf kaçıyor belki ama kullanmadan edemedim.

iki anlatıcı var kitapta, biri 50'lerinde, tam bir kitap kurdu, japon sineması hayranı, paris'in lüks apartmanlarından birinde kapıcılık yapan renee ve ailesinin yaşam tarzından nefret eden, onlarla dalga geçen, çok akıllı, on iki yaşındaki paloma.

renee'nin apartmanda yaşayanlara sıradan biriymiş biri gibi görünmek için kullandığı birtakım numaralar var, televizyon izliyormuş gibi yapıyor, edebiyata ilgisini saklıyor vs. adını tolstoy'dan alan, tembel, kocaman, kızdırıldığında patileri kötü kokan bir lev diye bir kedisi, apartmandaki dairelere temizliğe gelen, zarif sepetler içinde badem kurabiyeleri getiren ve her salı-perşembe birlikte yeşil çay içtiği manuela adlı bir arkadaşı var.


paloma da mutsuz, hayatın bir anlamı olmadığına çoktan (12 yaşında!) karar vermiş, bu yüzden on üçüncü yaş gününde intihar etmeyi planlayan, "dünyanın hareketi" başlıklı tuhaf bir günlük tutan zeka küpü bir kız.

kitap boyunca renee ve paloma'nın günlüklerinden sayfalar birbirini takip ediyor. günlükler sayesinde apartmanın diğer sakinlerinin hayatlarını da öğreniyoruz. kibirli yemek eleştirmeni, uyuşturucular yüzünden sürekli "kafa bi dünya" dolaşan genç, taşrada veterinerlik yapmak isteyen hayvan dostu genç kadın... ve son olarak apartmana yeni taşınan esrarengiz, kibar, japon beyefendisi.

kitabın arkasındaki yazıda, "göze çarpmayan güzellikleri yücelten, sınıflar ve nesiller ötesi bir dostluğu konu edinen zarif ve etkileyici bir roman" diyor, kitapların arkasında çoğu zaman abartılı/iddialı şeyler yazar ya, bu onlardan diyil. bu ara ne okusam diyorsanız, tavsiye ederim.

portakallı kurabiye, çay ve bir kedi eşliğinde okursanız tadından yenmez :)

*kirpinin zarafeti'den tadımlık:

On üçüncü yüzyıldaki Moğol kabilelerinin isyanına, ölümlere ve yıkımlara yol açtığı için değil, Song kültürünün meyvelerinden en değerlisini, çay sanatını da yok ettiği için üzülen Çay Kitabı'nın yazarı Kakuzo Okakura gibi ben de çayın önemsiz bir içecek olmadığını biliyorum. Bir ritüel halini aldığında, küçük şeylerdeki büyüklüğü görme yeteneğinin merkezini o oluşturur. Güzellik nerededir? Diğerleri gibi ölmeye mahkum büyük şeylerin içinde mi, yoksa hiçbir iddiada bulunmadan, anın içine bir sonsuzluk tomurcuğu yerleştirmeyi bilen küçük şeylerde mi?

Çay ritüeli, aynı jest ve yudumlamaların bu değerli sürdürülüşü, basit, sahici ve rafine duyumlara bu yükseliş; çay, yoksulların olduğu kadar zenginlerin de içeceği olduğundan bir aristokrat zevkine sahip olma izninin pek az masrafla herkese bu verilişi; yani çay ritüeli, hayatlarımızın saçmalığında dingin bir uyum gediği açmak gibi olağanüstü bir erdeme sahiptir. Evet, evren boşlukla elbirliği yapar, kayıp ruhlar güzelliğe ağlar, anlamsızlık bizi kuşatır. O halde, bir fincan çay içelim. Sessizlik olur, dışarıda esen rüzgar işitilir, sonbahar yaprakları hışırdar ve uçuşur, kedi sıcak bir ışık içinde uyur. Ve her yudumda zaman iyice yücelir.

***

Benim fikrimi soracak olursanız Fransız mutfağı acınacak bir şeydir. (...) Ağır olmadığında da mümkün olduğunca cilveli: Ölü gömücüsü kadar neşeli gözüken uşakların taşıdığı yalancıktan Zen tabaklar içinde stilize üç turpla ve iki tane su yosunu jöleli Saint Jacques deniz kabuklusuyla açlıktan ölürsünüz. Cumartesi böyle çok lüks bir restorana gittik; Napoléon's Bar. Colombe'un yaş gününü kutlamak için ailecek çıkmıştık. Yemekleri her zamanki sevimliliğiyle Colombe seçti: Kestaneli iddialı zımbırtılar, adı güçlükle telaffuz edilen otlarla pişirilmiş oğlak, Grand Marnier'ye yapılmış yumurtalı krema (dehşetin doruğu!) (...) Otuz dört avroya menüde bulduğum en az kötü şeyi söyledim: Acı çikolatalı bir fondan. Size söylemeliyim: O fiyata, Mc Donalds'ta yıllık aboneliği tercih ederdim. En azından zevksizlikte iddiasızlar. Salonun ve sofranın dekorasyonu üzerine süslemeler de yapmıyorum. Fransızlar bordo örtülü ve bol altın kaplamalı "İmparatorluk" geleneğinden ayrılmak istediklerinde, hastane stilini seçerler. Le Corbusier iskemlelere oturulur, fazlasıyla Sovyet bürokrasisine özgü geometrik biçimli beyaz sofra takımlarında yemek yenir, tuvaletlerde eller hiçbir şeyi emmeyecek kadar ince havlulara kurulanır.

Arılık, sadelik bu değil. "Peki sen ne yemek isterdin?" diye bana sordu Colombe öfkeli bir havada (...) cevap vermedim. Çünkü bilmiyorum. Küçük bir kızım sonuçta ben. Ama mangalardaki kişilerin başka türlü bir yemek yeme tarzı var. Basit, rafine, ölçülü, hoş bir hali var. Güzel bir tabloya bakar gibi ya da güzel bir koroda şarkı söyler gibi yemek yiyorlar. Ne fazla, ne az, ölçülü. Kelimenin iyi anlamında. Belki de tamamen yanılıyorum ama Fransız mutfağı bana yaşlı ve iddialı gibi geliyor, oysa Japon mutfağı, sanki... sanki ne genç ne yaşlı. Sonsuz ve tanrısal.

***
Daha ilk filmde, Yeşil Çaylı Pirinç Tadı, Japon yaşam mekanından ve mekanı ikiye bölmeyi reddeden ve görünmez rayların üzerinde kayan sürgülü kapılardan etkilenmiştim. Çünkü bir kapı yeri açtığımızda mekanı en bayağı biçimde dönüştürmüş oluruz. Mekanın rahat rahat yayılmasına saldırmış oluyoruz ve buraya kötü orantılar sayesinde densiz bir gedik katıyoruz. İyi düşünüldüğünde, açık bir kapıdan daha çirkin bir şey yoktur. Kapı, içinde bulunduğu odaya, bir kopuş gibi, mekanın birliğini kıran taşralı bir parazit katar. Bitişik odada bir çöküntüye yol açar. Bütün olmayı tercih eden bir duvar parçası üzerinde kayıp, açık ağızlı ve aptalca bir çatlak doğurur. Her iki durumda da uzamı bozar. (...) Sürgülü kapı ise engelleri ortadan kaldırarak mekanı yüceltir. Dengeyi dönüştürmeden başkalaşmayı sağlar. Sürgülü kapı açıldığında iki yer birbirine zarar vermeden ilişkiye girer. Kapandığında, her birine kendi bütünlüğünü iade eder. Paylaşım ve birleşme, birbirini rahatsız etmeden olur. Yaşam burada sakin bir gezintidir. Oysa bizde bitmek bilmez zorlamalar dizisinden ibarettir.

----

* Kirpinin Zarafeti / Muriel Barbery - Turkuaz Kitap, 2008.

** kitaptaki renee karakterinin hayran olduğu japon sinemacı yosuhiro ozu'nun filmlerine merak saldım ben de, birini indirdim internetten (good morning), yazarım izleyince. bu ara festival tadında filmler izleniyor evde zaten, bir de endişeli peri'nin tavsiyesiyle isveç filmleri indirildi, periciğim, krister henriksson dediğin kadar varmış ;)

bizim işte kedi önemli

"Yazar, karısı, iki çocuğu ve dört kedisi ile birlikte bir çiftlikte yaşıyor."

Kim bilir kaç kere, kitabın yazarla ilgili bölümünde yukarıdakine benzer cümlelerle karşılaşmışsınızdır. Ya da fotoğraflar, pek çok yazar objektiflere kedileriyle poz vermeyi tercih eder. Nedir yazarlarla kedileri böyle birbirine bağlayan şey kuzum? İngiliz yazar David Barnett, biraz alaycı bir dille yazar-kedi ilişkisi üzerine bir yazı yazmış. Bilim-kurgu yazarı Ray Bradbury'u araştırırken kucağında kedi olan bir fotoğrafına rastlamış, fotoğrafın bir başka yazarın kedili fotoğrafına -Jack Kerouac- benzediğini fark edince de dur ben şu işi bi kurcalayayım diye google'ın resim arama bölümünde kedili yazarları taratmış. Sonuç, bilim-kurgudan polisiyeye, popüler roman yazarlarından en ciddi takılanlara neredeyse bütün yazarların kucağında birer (bazen ikişer, üçer) kedi!
"Peki ama neden" diye soruyor yazısında: Kanadalı yazar Robert Davies'e göre "yazarlar kedilerden sakin, güzel ve bilge yaratıklar oldukları için hoşlanıyorlar, kediler de yazarlardan aynı nedenlerle."

"Belki de" diyor barnett, "kedi seven insanlar genellikle diğerlerinden biraz daha "kaçık" olduğundandır." Google'da karşısına çıkan kedili yazarlar arasında kafası iyiyken karısını başının üzerine koyduğu bardağa ateş ederken vuran yazar William S Burrough'u anıyor mesela, Burrough kedileri de en az uyuşturucu kadar seviyormuş! Kedisever bir başka yazar Mark Twain de kediler hakkında "kediler insanların sandığından daha akıllı, onlara her türlü suçu öğretebilirsiniz" diyesiymiş. Ernest Hemingway, Ruth Rendell, Margaret Atwood da kedili yazarlardan imiş.



"Kediler yazarlar için önemli bir totem belki de" diyor david barnett, "kitaplarına kötü eleştiriler yağdığında, kedilerdeki o kayıtsızlığa kendileri de sahip olmaya özeniyorlar."

Sonra da "aman kedi karşıtı bir mesaj vermeyeyim, ben de kısa biyografimde ailemi sayarken kali ve shiva'yı da ekledim ve bunun bir klişe olduğunun farkına bile varmadım. sonradan yeni kitabımda hafiften bilinçaltı bir dürtüyle "ve kaçınılmaz olarak iki kedi, kali ve shiva" diyerek o satırları düzelttim. isimlerini tümüyle çıkarmak kaba olacaktı. Onları küstürmek istemedim." diyerek bitiriyor yazısını.

Anlıyoruz ki bu yazı-çizi işlerinde kedi önemli kardeşim, yaratıcılık, kıvrak bir dil, onlar da lazım tabiy ama kedi olmadan olmuyor. Badeem! Gel kızım, hemen bir roman yazmaya girişiyoruz, yok öyle mama yiyip yatmak :)


1. fotograf: Bir Numaralı Kadın Dedektifler Bürosu serisinin yazarı Alexander McCall Smith.
2. fotoğraf: Ray Bradbury
3. fotoğraf: Jack Kerouac
4. fotoğraf: Ernest Hemingway

bükreş günlüğü - devam ediyor
bulıt 2 - boş market rafları



yurtdışı seyahatlerde mutlaka büyük market zincirlerinden birine uğramaya çalışırım. ("millet müze gezer, senin derdine bak" diyebilirsiniz ama oralar da bir tür müze işlevi görüyor benim için, ayrıca müze de gezerim yani)."yerliler" ne yiyip içiyor, ne çeşit knorr çorbaları var, çörekler, kekler, kurabiyeler vs. stockholm'de kutup ekmeğini, budapeste'de cikolata kaplı portakallı-tarcınlı kurabiyeleri, amsterdam'da tatlı rulo çörekleri, frankfurt'ta süt dilimini falan hep bu sayede keşfetmiştim, bükreş'te de dolaşırken bir market aradı gözlerim ama şehir merkezi sayılabilecek bir bölgede, bir tane bile bakkal/market yoktu. ara ara carrefour işaretleri gördüm ama kendisini bulamadım. neyse ikinci gün öğle arasında old city bölgesine gittiğimizde bir bakkal buldum, yaşlı bir kadıncağız işletiyordu, raflarda o kadar az şey vardı ki, her şeyden aldım sanırım: soğanlı krakerler, cipsler, heidi marka cikolata ve de ülker çubuk kraker:) dönüşte ofistekilerle tadına baktık, en çok soğanlı kraker'i begendik, keşke daha çok alsaymışım. bakkal dışında bir de döviz bozdururken bir alışveriş merkezine girdik, oradaki süpermarkette çeşit çoktu elbette ama raflardaki ürünlerin sayısı azdı, raflardaki boşluklar insanı tedirgin ediyordu biraz, sanki olağanüstü bi şey olmuş da millet rafları boşaltmış gibi.

bulıt 3- bükreş'te binbir gece furyası

aksamları odada epeyce tv izleme fırsatım oldu, rumence kulağa biraz italyanca gibi geliyor, latin kökenli oldugundan sanırım. altyazılı filmlerden bazı kelimelerin türkçeyle ortak oldugunu fark ettim, "düşman" mesela. bir de "kopil," "çocuk" demekmiş :) kanal d'nin rumence yayın yapan kanalına rastladım, bizim dizileri altyazılı yayınlıyorlar, millet özellikle binbir gece'ye bayılıyormuş. bükreşli sosyolog bir kız vardı toplantıda, türk oldugumu öğrenince toplantıyı falan bırakıp uzun uzun diziden bahsetti, ben de ara ara takılıyorum diziye, sordu*u bi sürü şeyi bilemedim :) kızın söylediğine bakılırsa, binbir gece sayesinde türklerle ilgili olumsuz fikirleri değişmiş (neyse artık onlar), istanbul'a bayılıyorlarmış, kız yazın mutlaka gelmek istediğini söyledi. dizideki onur karakterini sevmiyorlarmış, daha çok yan karakterlerin hastasıymışlar, yaşlı karı-kocaya bayılıyorlarmış özellikle.

bir de cumartesi gecesi yemekten dönünce geç saatte açtığımda kanal d'de -ee nasıl yazsam acaba- yetişkinlere yönelik bir film yayınlıyorlardı, elbiseleri gereksiz bulan birtakım kadınlar ve adamlar kendilerince eğleniyorlardı diyeyim ben size :) kanal d logolu bir tv'de öyle sahneler görmek acayip geldi. bir de çok tuhaf bi reality show vardı, konuştuklarını anlayamadım ama program ekibi, evdekilere yalan söyleyip gece dışarı çıkan bir genç kızı (15-16 yaşlarında) takip ediyor, kız sevgilisiyle dans ederken anne-babayı kızın karşısına çıkarıyordu. anne iki gözü iki çeşme, baba öfkeli, kızla sevgilisi şaşkın. trajedini kendin yarat kendin yayınla, iyiymiş! bize de gelir mi yakında diye endişelendim ama yok ya, o kadar değil, degildir diy mi?

bulıt 4- dokuzuncu katta camın önünden geçen adam

romanya'ya gitmeden önce internette biraz arama yaptım, bir sürü yerde transilvanya, kont drakula hikayesinden bahsediliyordu. bram stoker'in ünlü vampir hikayesi kont drakula'yı yazarken, karpatlar'da transilvanya bölgesindeki yaşamış eflak hükümdarı III. Vlad'dan (Kazıklı Voyyoda da deniyor) etkilendiği biliniyor. hüküm sürdüğü 1456-1462 yılları arasında binlerce kişiyi işkenceyle öldürten bu acımasız hükümdarın, günümüzün en popüler korku karakterlerinden birine ilham vermiş olması enteresan geliyor insana. neyse uzatmiyayim, bükreş'te fark ettim ki 31 ekim cadılar bayramı için televizyon kanalları özel yayınlar hazırlamış, klasik korku filmleri, -tabii ki çeşit çeşit drakula-, perili ev, hayaletli şato belgeselleri vs. korku filmi severim fekat tek başıma izleyemem, o gece de içim gitti ama tek başıma otel odasında seyredersem, bütün gece koyun yerine vampir sayacağımı düşünerek kalkışmadım hiç.. gerçi izlemedim de noldu, akşamüstü eşyalarımı bırakmak üzere odaya girdim, bi elimi yüzümü yıkayayım dedim, hava da karardi kararacak, güneş pencerenin tam karşısından böyle sisli puslu acayip bi şekilde batıyor. elimde havlu, dalgın bi şekilde banyodan çıktım, pencereye doğru baktım ki adamın biri hızlı adımlarla camın önünden geçiyor! dokuzuncu kattayız! bir an delirdiğimi düşündüm, pencereye birazcık yaklaştım ki iskeleyi gördüm, meger benim oda binanın arka cephesine bakıyormuş, orada da bina yenileme çalışmaları yapıyorlarmış. o kısacık an içinde, "allahım, kaderde bir cadılar bayramı romanya'da vampir kurbanı olmak da varmış, sen büyüksün yarabbi!" diye soğuk terler döktüm. böyle işte elektracığım, dokuzuncu katta camın önündeki adam drakula diyil boyacı imiş :)

dönüşte III. vlad magnetleri aldım eşe dosta vermek için, "size orijinal drakula getirdim" diyerek :) toplantı sıkıcı ve cok yogun programlı olmasa şehrin tadını daha cok cıkarabilirdim.

bunu saymıyorum, yine gelicem bükreş :)

bükreş günlüğü:
bulıt 1 - otobüste başıma gelenler



şehre gelip, otele yerleştikten sonra resepsiyondan şehir haritasını aldım, harita üzerindeki en yakın otobüs durağını sordum. biraz para bozdurup, yola koyuldum. hava çok güzeldi, sıcak değil soğuk değil, yumuşak bir ışık... biraz yürüyüp otobüs durağına vardım, bilet aldım, bayideki kız biraz ingilizce biliyordu, beklediğim otobüs de çabucak gelince, hemen tatlı bir iyimserliğe kapıldım, "iyiymiş ya bükreş" dedim ama erken davranmışım...

bükreş'te otobüslere orta ve arka kapıdan da biniliyor, ben orta kapıdan bindim, bileti atacak bi yer aradim, en son ben bindiğimden milletin biletleri nereye attığını görememiştim. ortadaki tutunacak demirlere takılı metal bir kutu vardı, bileti oraya soktum ama bir şey olmadı. etrafa baktım, kimse oralı değil, neyse bilet elimde duruyorum ben, bu arada otobüs hareket etti. geniş bulvarlardan geçerek şehir merkezine doğru ilerliyoruz. derken biletçi kadın geldi, bileti gösterdim, eline alıp kızgın kızgın bir şeyler söyledi, ingilizce "problem nedir, yanlış bilet mi" diye sordum ama anlamadı. o arada iri yarı bir başka biletçi geldi, adam birazcık ingilizce biliyordu, bileti alıp "ticket, problem, pay 50 ley" dedi. elinde üzerinde 50 ley yazan makbuz gibi bir şey var, onu gösterip duruyor, ben sorunun ne olduğunu anlamadım, "biletim var, hatta iki tane var" diyorum, "yabancıyım" diyorum, yok "50 ley ödiyceksin diyor, başka bi demiyor -bilet 1.3 ley bu arada, düşünün bilet parasının kaç katı ceza ödetmeye çalışıyor bana. aslında üzerimde para var ama sinir oldum herife, "o kadar yok, 30 ley var" dedim. gıcık gıcık bakıp, "exchange, exchange" demesin mi, "nerede bozduracağım parayı, otobüste mi" diyorum, "üç durak sonra banka var" diyo . bu arada otobüste karşılıklı koltuklarda oturan kadınlar var, onlar biletçi adama bi şeyler dediler, anlamiyorum ama belli ki kızıyorlar, "görmüyor musun yabancı işte vs." biletçi adam arada diğer biletçi kadına dönüp, "ödemesi lazım diy mi" gibi bi seyler diyor, kadın da şiddetle başını sallıyor (belli ki kırışıcaklar parayı). giderek tansiyonu yükselen otobüs ahalisine karşı bi tür mizansen gibi görünüyor halleri. bu arada biletçi "pasaport pasaport" dedi, ben de "ha, belki yabancı olduguma inanmadı bu" diye düşünüp göstereyim dedim, çantadan çıkarır çıkarmaz elimden kapmasın mı! (ınının, işler sarpa sarıyor!) "geri verin pasaportumu" diyorum, "önce para" diyo, iri yarı da herif, elinden almaya kalksam olay büyüyecek, "tamam" dedim, "ödiycem, dövizi bir bozdurayım". bu arada otobüse binenleri gördüm, bileti benim sokmaya çalıştığım kutucuğun içine yerleştirip, yandaki bir kolu çekiyorlar, bilet de delinmiş oluyor. biletimde delik olmadığından o cezayı ödememi istiyorlar yani! yuh diyorum içimden, nereden bileyim ben bunu, nasıl insanlar bunlar! bu arada kadınlar biletçi pasaportumu alınca daha da öfkelendiler, adamın üzerine yürüyecekler neredeyse. otobüs sonunda bankanın önüne geldi, biletçi çetesiyle birlikte indik, ben adama "size güvenmiyorum, pasaportumu geri verin" dedim, o arada kadınlardan biri de indi, "sakın o parayı ödemeyin, sizi kandırmaya çalışıyorlar" dedi. ben biraz da kadından cesaret alarak biletçilere, "para bozdurucam ama size vermiycem, polise gidiyoruz" dedim. bunu duyunca adam bi durakladı, zaten otobüsteki kadınlar sinirini bozmuştu biraz, pasaportu geri verdi. ben bankaya girdim, dolar bozduruyorum, baktım biletçiler kendi aralarında tartışıp duruyorlar. dekont imzalayıp, parayı alayım derken kafamı bi çevirdim, yoklar! soğukkanlı görünüp, polis gidiyoruz diyince arazi oldu düdükler!

biraz sinir bozucu bir başladı bükreş sokaklarındaki turum ama kalanı güzeldi. hava kararana kadar konsoloslukların olduğu bölgede yürüdüm uzun uzun, çok güzel eski evler vardı. büyük meydanlardan geçtim, parklarda dolaştım. sonunda ayaklarım ağrımaya başlayınca da taksiyle otele döndüm. taksiler de ayrı hikaye, onlar da çok pis turist kazıklıyorlar, bir kere farklı farklı tarifeleri var, ısrar etmezsen taksimetre açmıyorlar. aynı mesafeden bindiğimiz iki taksiden birine biz 15 ley verdik, diğer grup 35 ödemiş!

otobüste başıma gelenleri anlattığım kızlar benden daha fazla etkilendiler, ay çok fena, şehre falan inmeyelim, otelden çıkmayalım diye abartanlar oldu, saçmalayın dedim ve ertesi gün çok sıkıldığımız bir atölyeden kaçıp, şehir merkezine indik :)

böyle olumsuz şeyler yazdım ama şehrin tamamına haksızlık etmek istemem, bi kere otobüsteki kadınlara minnettarım, itirazlarıyla biletçileri yıpratmasalardı, 50 leyi öderdim büyük ihtimalle (büyük bi miktar diyil ama kandırılmak çok sinir bozucu). akşam yemeği yediğimiz geleneksel restoran da çok güzeldi, masaların ortasında kankan dansı yapan güzel kızlar, yakışıklı gençler vardı :)

devam edecek...

yeni başkan'ın ipod'u


sabah bozuk musluklar için gelen tesisatçıların işlerini bitirmesini beklerken televizyonu açtım, bakayım başkanlık seçimi ne durumda diye. cnn'de spikerler birilerine bağlanmış görüş alıyorlardı, gözüm ekranın altındaki seçim sonuçlarına takıldı, mc cain 55, obama 45! tekrar tekrar baktım, mc cain nasıl önde olur ya diye, kafayı yiycem! hemen sonra fark ettim ki ekrandaki rakam eyalet eyalet verilen rakamlarmış, kentucky mi, alabama mı, öyle bi yerdi, mccain'e oy vermiş! neyse sabah sabah kendi kendime yaşattığım şok iyi oldu, uyandım.

ilk afrika kökenli amerikan başkanı, değişimden söz ediyor, parlak vaatleri var, büyükannesini ziyarete kenya'ya gidiyor vs, bunlar insanı umut edebilir miyiz acaba diye bir an için heveslendirmiyor değil ama benim obama'yla ilgili en çok hoşuma giden, geçtiğimiz aylarda gördüğüm bir haber oldu. ünlü müzik dergisi rolling stone obama'ya ipod listesinde hangi şarkıların olduğunu sormuş, dinlediği müziklerden yola çıkarak güzel bir söyleşi yapmıştı. şimdi klasik karşılaştırmayı yapmak istemiyorum ama bizim siyasetçilerin ipod dinlediğini hayal bile edemiyorum. tabii belki obama'nınki de bir kampanya taktiğidir, müzik aslında hayatında o kadar yer etmiyordur (vakti yoktur zati) falan diye şüphelenmek de mümkün ama yine de bunun önemseniyor olması hoşuma gitti.

guardian'daki haberde, listedeki isimler sanki bir yaz müzik festivali gibi diyor: bob dylan, bruce springsteen, rolling stone, sherly crowe... bunların yanında caz klasikleri de varmış listede: miles davis, john coltrane, charlie parker. bir de ben duymamistim, jay-z diye bir rapçiden söz ediyor, onun şarkıları da varmış ipod listesinde, bazı rap şarkılarındaki kadın düşmanlığından ve materyalist yaklaşımdan rahatsızlık duysa da rap müzik formunun müzikteki ırk ayrımının ortadan kaldırılmasına yardımcı olduğunu düşünüyormuş. bi yandan kızlarının söz konusu bazı rap şarkılarından etkilenmesinden de endişeliymiş -çelişik duygular içinde kendisi- :)

neyse, bükreş maceralarından önce gündem araya girdi. ilgilenirseniz "obama'nın ipodu" haberi aşağıdaki linkte:
http://www.guardian.co.uk/world/2008/jun/25/barackobama.uselections2008

bulıt bulıt bükreş*


-elinde şehir haritası, bir cesaret otobüse binen neolitiğin başına neler geldi? iri kıyım biletçi, pasaportunu nasıl kaptı, otobüstekilerle biletçiler arasında neolitik yüzünden çıkan tartışmanın sonunda ne oldu? bükreş'teki ilk gününde dolandırılmanın eşiğinden dönen neolitik tırstı mı?

-saatlerce dolaşan, ara sokaklara, bulvarlara gire çıka bir hal olan neolitik neden bir bakkal/market bulamadı? bulduğu tek bakkalda da iki portakal, biraz bisküvi ve ülker çubuk krakerden (küreselleşen türk markalarına da bakınız) başka bir şey göremeyen neolitiğin isyanı: bu ne biçim AB üyeliği, ne biçim serbest piyasa kardeşim! çok ve çeşitlli mallar var sanıyor idik evropa'da!

-tv kanalları arasında dolaşırken kanal d'ye rastlayan neo'nun şaşkınlığı (uydudan falan diyil, bildiğiniz kanal d, ama rumence yayın yapıyor). binbir gece dizisine hasta olan bükreşli sosyolog kızın neo'ya ısrarı: "ay gelecek bölümlerde neler oluyor, anlatsana"

-31 ekim cadılar bayramını drakula'nın memleketi romanya'da geçirmekten pek memnun olan neo, otelin dokuzuncu katında camın önünden geçen adamı görünce aklını mı oynattı, yoksa her şeyin makul bir açıklaması var mıydı?

pek yakında bu sayfalarda!




*bizim ofiste kullandiğimiz bir tabirdir bu "bulıt bulıt", rapor benzeri bir metin yazmak gerektiğinde bizim koordinatör kullanır, "sen önce bulıt bulıt (bullet bullet yani maddeler halinde) yaz bana yolla, ben hallederim" der. ne zaman duysak gülüşürüz kızlarla :) ben de bükreş maceralarıma böyle bi girizgah yaptım. memlekete döndüm efendim, özlemişim çok, sevgiler...