son birkaç aksamı, düzenlediğimiz bir toplantıya katılmak için istanbul'a davet ettiğimiz amerikalı arkadaşımla geçirdik. aslında iran asıllı amerikalı, ailesi uzun zaman önce amerika'ya yerleşmiş. çocukken önce iran'dan ankara'ya gelip orada bir süre yaşadıklarından birazcık türkce biliyor, farsçayla türkce arasındaki ortak kelimeleri de hesaba katınca hiç fena değil türkçe konusunda. dört yıl önce yine bir toplantı vesilesiyle tanışmıştık, arada sırada gelir istanbul'a, bu kez sevgilisiyle birlikte geldiler. ilk akşam tünel'de bizim favori mekanlarımızdan birine gittik, güzel bir terası var, yemekleri leziz, cüzdanınızı da boşaltmıyor. kız ilk kez geliyor türkiye'ye, tatlı biriydi, tipik amerikan cevvalliği ve sosyalliği ile bir sürü bir sürü soru sordu, evle, işle, şehirle ilgili. ara ara da kendisi anlattı, minneapolis'te yaşıyor ama aslen tennesseeli (aslen lafı da ne acayipmiş :) bir çiftlikte doğup büyümüş, annesi ve babası hala orada yaşıyor. arıcılık yapıyormuş babası, bir ara da tütün yetiştirmişler. iranlı bir adamla, tutucu bir amerikan çiftçi kızının ilişkisi enteresan mevzu tabii, arkadaşımın, kızın babasıyla tanışma hikayesini anlattılar. arabayla yola koyulmuşlar, yolda ikisi de çok gerginmiş, arkadaşım bir ara panikleyip vazgeçmeye bile kalkmış, memphis'te mola verip, sakinleşip yola öyle devam etmişler. çiftliğe yaklaştıklarında, biraz ileride, başka bir evde yaşayan kızın abisine rastlamışlar, allahtan abi ılımlı, makul bir tipmiş, arkadaşıma sıcak bir şekilde hoşgeldin falan demiş, yalnız, abiye "eve gelmiyor musun" deyince, "yoo beni hiç bulaştırma, tek başınasın adamım" deyip arazi olmuş.
neyse, gelirken bi yerlerden iran karpuzu almış bunlar, arkadaşım elinde o karpuzla içeri girmiş, babası elinde karpuzla bunu görüp "o ne" deyince, bu da "karpuz" deyip, adamın eline tutuşturuvermiş. "tüfeği kapıp beni kovalamasın diye verdim karpuzu, işe yaradı" diye abartarak anlattı durumu ama, baba hemen "biz bunların çok daha büyüğünü yetiştiriyoruz" diye cevap veren rekabetçi, aksi bir ihtiyar çıkmış. bizimki gece boyunca babanın çiftlikte yaptığı işler üzerine sorular sormuş da biraz olsun gözüne girmiş, şimdi mesafeli ama çok da gergin olmayan bir ilişkileri varmış.
ikinci gece, istiklal caddesi'nde türk mutfağından bir şeyler yemek isteyen turistlerin mutlaka uğradığı mekanlardan birine gittik. hani şu renk renk reçel, turşu kavanozlarının olduğu yer. önce fazla mı oryantalist bir seçim oldu diye millete espri yaptım ofiste ama, begendili kebap için "bugüne kadar yediğim en güzel yemekti" deyince tennesseeli kız, sanki yemegi ben yapmısım gibi sevindim :) yemekten sonra "bize gidelim" dedim, "çay içeriz, hem de istanbul'da bir ev görmüş olursunuz", fikir hoşlarına gidince istiklal'den bizim eve yürüdük. badem pek sevdi arkadaşları, genelde pek sevdirmez kendini ama gitti yanlarına oturdu, oyuncağıyla falan oynayıp eğlendirdi bizi. evdeki ikea esyalar hemen ilgilerini cekti, ucuzlar, tasarımları da guzel falan ama dünyanın birbiriyle alakasız bir sürü yerindeki evlerde hep aynı lambaların, masaların olması bi yandan da düşündürücü. neyse ki benim ici fincan, biblo, cam eşya dolu anneanne büfesi vaziyeti kurtardı biraz :)
yine çiftlikten konuşuldu bir ara, atlardan bahsetti kız (bu arada adı tipik amerikan adı değildi, merak edip sordum, doğduğu sırada olimpiyatlar varmış ve babası da beğendiği rus jimnastikçilerden birinin adını vermiş kızına). atların yanında dururken kafalarının ani hareketine dikkat etmek gerekirmiş, tam yanıbaşında durduğunuzda sizi göremediklerinden ani bir kafa çevirme hareketiyle gözünüzün morarması işten bile değilmiş. filmlerde hep havuç, şeker verirler ya atlara, aslında versen herşeyi yiyen biraz pisboğaz tiplermiş. o ziyaretlerinde arkadaşımın cebinde kabuklu fıstık varmış, o elma vermeye çalışırken at, cebindeki fıstıkların kokusunu alıp, burnuyla itekleyince çıkarp fıstıkları vermiş, suratını limon yer gibi tuhaf şekillere sokarak hepsini yemiş.
bir de kızın arada sırada ziyaretlerine gelen bir teyzesi varmış, kadında yaşlandıkça unutkanlık başlamış ama çoğunlukla kötü şeyleri unutuyormuş, hatırladıkları hep komik ve iyi şeylermiş. bir kız çocuğu gibi neşeyle dolaşıyormuş. bir de bazı şeyleri yanlış hatırlıyormuş. atların muzla beslendiğini sanıyormuş mesela, ne zaman kalmaya gelse sabahları mutfaktaki muzları götürüp bir güzel atlara yediriyormuş :) kız tatlı tatlı, atların, teyzesinin taklidini yaparak öyle güzel anlattı ki, bir çiftlikte geçmeyen çocukluğum için üzüldüm biraz.
ne diyorsun neolitik hanım, bu amerikan çiftlik hayatı küçük ev dizisinden damarımıza zerk edilmiş bence. kurtulmak imkansız. :) ama bir sakinleşip düşününce tutucu insanlardan oluşan bir topluluk köy dediğin. ha neyi tuttukları değişiyor tabii, ama, tutucu olmaları kaçınılmaz. sosyolojik açıdan kesin:)onunçüün, boşver üzülme. basardı kesin üstüne üstüne:))
YanıtlaSilsevgiler...
Atlar muz yediren teyzeye bayıldım.:))
YanıtlaSilZihni olağanüstü bilinçli bir unutma yolu bulmuş. Keşke, yolun sonuna yaklaştığımda böyle bir unutkan olsam, diye düşündüm.:)
elektra,
YanıtlaSilfarkındayım filmlerden etkilenme de var işin içinde ama, kız çok güzel anlatıyordu, daha cok o etkili oldu sanırım.
cocukken cok da farkında olmuyorsun ya tutuculuk felan, atların, kuzuların peşinde koşardım ne güzel. ha ergenlikle sıkıntılar başlardı tabii.
sevgiler
...
ekmekci kız,
ben de cok sevdim o teyzeyi, yaşlanmanın en güzel yolu olsa gerek kötü şeyleri unutmak. daha cok tersi olur sanki, acı, kötü şeyler daha da hatırlanır yıllar geçtikçe, babaannem mesela, sürekli geçmişteki kötü şeyleri, çektikleri yoklukları anlatıp, bize "siz ne gördünüz ki şu hayatta" deyip dururdu.
unutkanlığın böylesini isterim ben de evet.
comaneci? yani onun ilk ismi? soğuk savaş ortasında rus ismi koyan adam ağır milliyetçi değildir en azından.
YanıtlaSiltüneldeki, terası olan güzel yemekli yer neresi acaba? ben hep öyle yerler arıyorum. açık yazınca reklam olmaz valla. ben de söylemem kimseye:)
yok, larissa. artık hangi yıl bilemiyorum, bi google araştırmasına bakar ama ne enerji ne heves kaldi bende.
YanıtlaSiltüneldeki yerin adı balkon. babylon'un oldugu sokakta, sol tarafta. gerci bilirsin, butun iyi yerler bir süre sonra ya bozulur, ya pahalanır. umalım ki burasi öyle olmasin.
begendigim kafelerin, restoranlarin yerini yazmaya nedense cekiniyorum, biri gider de begenmez falan diye mi nedir, bir güvensizlik gostergesi belki de.
şu.
YanıtlaSilduymamıştım ben ama olimpiyatlarda en çok madalya alan kadın jimnastikçiymiş. 3 olimpiyatta madalya almış ki bir kadın jimnastikçi için çok sıradışı. 56-64 arası. ben daha yakın olimpiyatlardan biri olacağını sanmıştım.
ve kolay gelsin.