budapeşte: köhneliğin cazibesi



budapeşte'yi çok sevdim ben. orada on ay kalmış ve sevmemiş bir arkadaşımın sıkı muhalefetine rağmen hem de. ("gezmek için iyi ama yaşamak için aşırı sıkıcıymış, sıkıntıdan bileklerini kesecek hale geliyormuşsun" falan!) aslında iş için gittik ama toplantılar faslından sonra üç gün daha uzatıp, orada yaşayan arkadaşlarımızın evinde kaldık.

Simdi efendim, budapeşte adıyla anılan şehir aslında geçmişte iki ayrı şehirmiş, buda tarafı daha tepelik, yeşil bir yer; peşte ise (kelimenin aslı "peşt"miş bu arada, "düzlük" manasinda) düz, daha böyle kent gibi, eskiden pazar kurulurmuş vs. sonra bu iki sehri ayiran tuna uzerine muhtelif kopruler yaparak ve iki kelimeyi de yan yana getirerek "budapeste" yapmislar, isabet olmus :)

iki saatlik sarsıntılı bir ucak yolculugundan sonra vardik sehre; yagmurlu, sisli, soguk bir hava karşıladı bizi. ilk uc gun gunduzlerimiz toplantilarda gecti, ilk aksam klasik bir macar restoranina gidildi. istvan szabo’nun "gün ışığından bir damla" filmindeki o güzel eve benzeyen, ortasında kocaman bir ağaç olan geniş avluyu çevreleyen restoran, sıcak ve sakindi. macar mutfağının klasikleri denendi, ben gulaş yedim, -bildigimiz etli patatesin biraz ekşice versiyonuydu-, kivami biraz daha koyu, birkac sebze daha var icinde vs. bazilari da geyik eti yedi, ama o da pek parlak değilmiş dediklerine göre. Zaten macar mutfağından büyük beklentilerimiz olmadığından pek de takılmadık.


ördek macerası
İlk akşamki "resmi is yemegi"nden sonra ve diger aksamlarda biz ekip olarak ayri takilip sehirdeki diğer restoranlari ve kafeleri kesfe ciktik. baktik macar mutfaginda bi numara yok, kendimizi cin yemeklerine verdik ve hatta bir cin restoranindan benim yuzumden kucuk bir ordek macerasi yasadik :) budapeste'de fiyatlar istanbul'a gore epey ucuz. 10 euroya gayet guzel yemek yiyorsun, icki de pahali degil (bu fiyat-para meselesini de birazdan anlatayım). neyse efendim, biz memlekete donmeden bir gece once şöyle güzel ve şık bir çin restoranina gidelim bu sefer dedik ve kocaman akvaryumların, dönen masalarin oldugu pek hos bir yere gittik. masaya kitap gibi kalın bir menu koyup secin dediler, bir sürü yemek, sebze, deniz urunu, kurbaga, ordek vs. allahtan her yemegin numaralari var, sectigimiz yemeklerin numaralarini ben bir kagida yaziyorum, dort kisiyiz, herkes bir sey soyluyor, bana ordeklerden bir sey sec dediler, ben de "bes baharatli ordek" diye bi sey sectim (94 numara) ve kagida yazdim.

neyse, diger yemekler de soylendi, biz beklemeye basladik, once noodle'lar geldi, gayet guzel, sebzeler vs. sonra bizim garson ve yaninda bir hanım garson koca bir servis arabasi ve onun uzerinde de koca bir kizarmis ordegi bizim masaya dogru gayet torensel bir sekilde getirmeye basladilar. once biz uzerimize alinmadik fakat iki garson ve ordek arabasi bizim masaya yanasmasin mi? ve o bizim cekik gozlu garson eline samuray kilici gibi bir bicak alip ordegi saniyeler icinde dilim dilim dilmesin mi? arkadaslardan biri endiseyle "biz butun ordek soylemis olamayiz diy mi?" deyince ben dehset icinde "hayiiiir! 94 yazdim ben" dedim, garsona da "bir yanlislik olmasin sakın" diye ukalalik yaptim ama baktim ki hakkaten butun ordegin numarasini yani "93" yazmisim! neyse, arkadaşlar "yapacak bi sey yok, uzulme yeriz nolucak" diyorlar ama iclerinden biri "kac paraydi bu, 15 bin forint olmasin?" falan diyip beni korkutuyor. neyse biz dort kisi o koca ordegi yedik bitirdik, pek guzeldi, hesap da abartılı gelmedi. bizden sonra da baktik bir suru masa aynisindan ismarlamis, yanlislikla restoranin en fiyakali yemegini soylemisim meger :)

yiyelim güzelleşelim
buraya kadar hep yemek yazdım farkındayım ama budapeste seyahati yeme-icme ağırlıklı oldu. daha once budapeste'de on ay yaşayan ve bu sure icinde de yalnizca sehirdeki yeme-icme mekanlarini kesfeden bir arkadaşımız bize rehberlik yaptigi icin o kafeden bu pastaneye, o kulupten bu restorana gezmekten basimiz döndü. hava da cok soğuktu, sokaklarda uzun uzun turlayamadık ama yine de o güzelim opera binasını , st stephen bazilikası'nı (aziz stefan'ın bilmem kaç yüzyıllık eli sergileniyordu, allahtan kilise cok karanlıktı da göremedik :P) gezebildik.
onun dışında da oradan oraya koştururken karşımıza çıkan eski sinemaları, oyuncakçıları, sebze halini ihmal etmedik. son gün şehri tepeden gören kaleye çıkıp, bol bol fotoğraf çektik. yine güzel bir pastaneye oturup şahane pastalar yedik. zaten budapeşte'ye giderseniz mutlaka pastanelere uğrayın, çok zengin bir pasta, tatlı, şekerleme yelpazeleri var. bir gun de evinde kaldigimiz arkadasimiz bizi budapeste'ye bir saat uzakliktaki szentendtre adlı kucuk bir kasabaya goturdu. bana büyükada'yı hatırlattı biraz, sakinliği ve eski evleriyle..

forint-euro-ytl paritesi :)
macaristan AB'ye girmis lakin euro'ya henuz gecmemis bir ulke. para birimi olarak forint kullaniyorlar, bir forint'in kac euro oldugunu bir turlu tam olarak ogrenemedik, şunu biliyoruz 5000 forint 20 euro civarinda. para bozdurunca insanin eline bi suru forint veriyorlar, bi turlu hesaplayamiyorsun, ekip olarak paralara monopol parasi muamelesi yaptik resmen :-) bi
sey alirken ya cok buyuk para veriyorsun bozuk soruyorlar, ya da az veriyosun yetmiyor. bir de kimse ingilizce bilmiyor, almanca daha yaygin, paslanmış lise almancam epey işe yaradı budapeşte'de.

avlulu güzel apartmanlar
seyahatin son üc günü arkadaşımızda kaldik, budapeşte'deki apartmanların avluları var, galata'daki dogan apartmanina benzeyen bir yerde, kucuk, sirin bir dairede yaşıyorlar. otelden ayrılıp eve gectigimiz gecenin sabahında bir uyandik, lapa lapa kar yagiyor. o kadar sevindik ki! sehrin eski, köhne havasina kar çok yakışıyor. budapeşte diğer büyük, popüler avrupa kentlerinden epey farklı... iddiasız bir kere... sovyet doneminden kalan* bir sadelik dukkanlarda, sokaklarda, insanlarin tarzlarinda hala hüküm suruyor. hani boyle sisli'de, galatasaray'da eskiden kalma dukkanlar vardir ya kurk, sapka, dugme vs satarlar. onlarin boyle gosterissiz vitrinleri olur, budapeste'de de genel olarak vitrinler oyle (o budapeste'de yasayıp hoşlanmayan arkadaşımız "sümerbank vitrini" diye dalgasını geçiyor:), tabelalar kucuk, ingilizce pek bi sey yok. mesela turkish restaurant degil "török etterem" diyorlar. tabii yeni yeni büyük markaların mağazaları açılmaya başlamış, gucci, apple vs. ama neyse ki şehre hakim olamamışlar şimdilik...

gereksiz bilgiler
bir de şehirde birbiriyle ilgisiz dukkanlar yanyana. erotic shop'un yaninda zuccaciyeci, onun yaninda berber falan vardı :-) cinsellik ve ciplaklik konusunda pek rahatlarmis, yazin kizlar pek bi sey giymeden dolanir (kış oldugu icin pek anlayamadık tabiy), tuna uzerindeki adada ustsuz guneslenirlermis. bi de avrupa'nin "yetiskin filmleri" merkezi imis budapeste. (butun bu faideli bilgiler (!) orada yaşayan arkadasimizdan :-)

böyle işte. daha bir sürü şey yazılabilir aslında ama çok da uzatmayayım. yazının sonunda hatirladiğim bir-iki şeyi aşağıya ekledim.

tavsiyeler
-bir zamanlar entelektüellerin devam ettiği mütevazı bir yer iken şimdi gösterişli bir kafeye dönüşen new york cafe'nin sıcak çikolatasını deneyin. central cafe de güzel bir yer.

-gece hayatını keşfetmek için simpla'ya gidin, üzeri kapatılmış eski han tipi bir yer burası. avlusuna eski koltuklar atılmış, biraz kadıköy'deki barları hatırlatan sevimli bir havası var.

-şehir merkezinde sadece çikolata satan bir dükkan var, oraya da uğrayıp, dükkanın ortasındaki çikolata şelalesini görün, tabii çeşit çeşit çikolatalardan tatmayı ihmal etmeyin :)

-tren istasyonunun yakınındaki eski oyuncakçıya mutlaka gidin. içinde balerinlerin dans ettiği müzik kutuları, tenekeden yapılmış zeplinler, kurmalı oyuncaklar insanı durduk yerde mutlu ediyor. (çocukların boyu tezgaha yetişsin diye iki basamaklık bir merdiven vardı dükkanda, annesiyle gelen bir ufaklık oraya çıkıp oyuncaklara baktı biz ordayken, şahane bir manzaraydı)

-bir de budapeste’de içme suyu bir problem. illa ki gazlı su iciyor yerlileri, tatsız tuzsuz bir şey, marketlerden su alacağınız zaman pembe kapaklı olanı secin, onlar nispeten içilebilir lezzette.





*ostalgie diye almanca bir kavram var ("ost" [dogu] ve "nostalgie" birleştirilerek türetilmiş), hani şu eskiye özlem manasındaki nostaljiye gönderme yapan. kısaca, berlin duvarı'nın yıkılmasından önceki döneme özlem olarak tanımlanıyor. aslında almanlar kendileri için icat etmişler ama ben de bir parça bu ostalgie'den muzdaribim. soguk savaş casusluk romanları olsun (bkz. "soguktan gelen casus"), o dönemde geçen filmler (bkz. good bye lenin, lives of others) olsun tuhaf bir ilgim var. mimari olarak da beğeniyorum ne yalan söyleyeyim. budapeşte'yi ve almanya'nın bazı yerlerini biraz da bu yüzden sevdim sanırım. tartışmalı bir konu evet, acıların çekildiği, özgürlüklerin kısıtlandığı bir döneme ait şeylere sempati duymak? neyse uzatmayayim, bu da başka bir yazı konusu olsun.

8 yorum:

endiseliperi dedi ki...

gayet güzel bir gezi yazısı olmuş. sizi gazetemizin şu ferah köşesine alsak hiç gözümüz arkada kalmaz.

şimdiii, ben kendisini tarih tarih dilimlere ayırmış ve eski bayat kendinden çok sıkılmış biri olarak, budapeşte, prag, viyana dolaşmak istemiş olduğum dönemimden çok sıkılyorum. prag'ı domuzluğumdan gezmeyeceğimi, sosyal bilgiler viyana kuşatması konuları kalbime sıkıntı verdiğinden efendime söyleyeyim budapeşte... dur, bunu anlatayım. yoksa sitemde an'lar bölümünde mi anlatsam?çok kısa geçiyorum. ben hukuk'ta okurken, benden epeyce büyük doktor bir adama aşık olmuştum. epeyce büyük dediğim, ben 21 isem, o 35 filandır. çok aşık olmuştum kendi kendime. o da biliyordu, çünkü ben aşıksam aşığım, derim, değilsem de, değilim, derim. ondan başkasını gözüm görmüyordu filan. bu ayrı bir mazcera, neyse, o uzmanlık sınavını kazanamayınca yıllarca, budapeşte'ye gidip ihtisas yapmıştı. ilk zamanlarda görüşüyorduk oradan geldiğinde ve anlatıyordu bol bol. kızları filan çok güzelmiş elbette.

şimdi bazen tv'de görüyorum onu bazı programlarda. berbat! nasıl aşık olmuşum! öyle eh eh eh gülmesi, öyle düzen adamı halleri, öyle sıradan ve sıkıcı, öyle sıvışık bir üçkağıtçılık üstünde... insan küçükken ne saf oluyor, yahu. gerçi ben onu gördüğümde kocaman stalin bıyığı ve kocaman balık sırtı paltosu ile özel biriymiş izlenimi vermişti. ama işte onu korkunç yapan nasıl bir izlenim bıraktığının ve bu izlenimi nasıl canlı tutacağını bilmesiydi sanırım. yok yok, mesele değil, unuttum zaten çoktan. kendime kızıyorum, nasıl aşık olmuşum diye. öğğğh!

budapeşte mi dedin? işte bu! benim budapeşte anım bu! öğğhh.

pardon.

neo dedi ki...

peri,

yaziyi begenmene sevindim, biraz dağınık oldu sanki...

demek budapeste bir doktor macerasiyla kodlanmis sende. dedigin gibi insan bazen cok sacma insanlara aşık olabiliyor. ben bu ara TV'deki şu abuk subuk jürili programlardan birindeki adamlardan birinin, üniversitedeki sevgilime fena halde benzediğini dehşetle fark ediyorum. şimdi anlıyorum ki ukalalıgına, hazır cevaplıgına, özgüvenine kapılmısım! insan ne acayip şeyleri çekici bulabiliyor yarabbi! böyle anlarda zamana şükredesim geliyor, hızla geçmesi sinir bozucu ama biraz akıl fikir, olgunluk da katıyor insana yahu :)

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Sevgili Neo,
İstek yaptım, kırmadın yazdın; çok teşekkür ederim.
İşle karışık uzunca kalmış olmak şehri daha iyi tanımaya vesile olmuş, ne iyi.

Çocukluğumda "Pal Sokağının Çocukları"nı okumuş ve çok sevmiştim. O günden beri sanki Macarlara sempatim var. Tabii bu sempatiye İstvan Zabo'nun katkısı da çok, ya.

Orta Avrupa'nın içinden nehir geçen şehirleri bazı bakımdan birbirlerine benziyorlar.
Aynı tür benzerlik Hansa şehirlerinde de var. (Bu "Hansa" yalnış bilmiyorsam, hem ekonomik hem kültürel bir tanım galiba; belirli bir ticaret birliğine dahil ve genellikle nehirlerle bağlantılı Almanya, Hollanda, Belçika şhirlerine verilen isim.

Bir taraftan kara iklimi, bir taraftan nehir, bir taraftan doğu-batı karışan kültürler derken, tarihten süzülüp gelen bir yaşanmışlıkları var. Bence, bunun nasıl bir şey olduğunu ve bizim neden bundan yoksun kaldığımızı anlamak için bile olsa, şu üçlüyü (Viyana, Budapeşte, Prag) görmeye değer.

Şu "ostalgie" kavramına bayıldım.
Hem belki, şimdiki değerlerimizle "o" dönemde acı çekildi gibi algılıyoruzdur da, yaşanılan "an" o kadar acı vermemiştir. Çünkü, gündelik hayat hep devam edip gidiyor, hiç durmuyor. Anneler yemek pişiriyor, çocuklar oynuyor, aşklar yaşanıyor bitiyor...

neo dedi ki...

ekmekci kız,

esas o guzel prag yazısıyla bana ilham verdigin icin ben tesekkur ederim. (sırada viyana yazısı var, bir vakit onu da yazacagim)

macarlar da türkleri seviyor ya da en azından sinir olmuyorlar. osmanli donemi onlarda pek travmaya yol acmamis sanki. -klişe bir ifade ama- tarihleriyle barışık insanlar macarlar.

turizm afişlerinde şu sloganı kullanıyorlarmış: "budapeşte: romalılar geldi 400 yıl kaldı, türkler geldi 150 yüzyıl kaldı, sovyetler geldi 45 yıl kaldı, siz neden bir gece daha kalmayasınız?" :)

ostalgie icin düşündüklerin içimi rahatlattı. dedigin gibi oldugunu sanıyorum ben de.

kecilerin cobani dedi ki...

beni gerilere götürdünüz. 2000 yilina gecis gecesini budapeste'de gecirmistim esimle. Evet, dogru kelime köhne. Tam köhne, öyle köhne ki hatta, öyle böyle değil. Biz gittigimizde hep (-)soguklar vardi. Ona ragmen yuruduk de yuruduk. Ayaklar su topladi, sonra da o sular buz oldu. Donnndum donnndum..Yilbasi gecesi acliktan tirnaklarimizi yedik. Acik lokantalarin hepsi dolu, digerleri kapalı. En sonunda bi kafede bisiiler yedik diye hatirliyorum. Herkes boru öttürüyodu ve biz o kadar bıktık ve donduk ki otele 11:45'te donduk. 12:00'de mışıl mışıl uyuyoduk. Buna ragmen dunya yeni yila hatta milenyuma girmeyi becermis. Aferin dedik.
Damağımda kalan, szentendrede yedigimiz badem ezmeleri, buraya getirdigimiz tokaji sarabi ve new york cafe'deki canli muzikti.
Donuk popo ve ac karinla insan çok da birşey hissedemiyor hattizatinda.

kecilerin cobani dedi ki...

Nehehe, asagidaki cumlemi acik artirmayla saticam:
Herkes boru öttürüyodu ve biz o kadar bıktık ve donduk ki otele 11:45'te donduk
hihihi..

neo dedi ki...

kecilerin cobani,

sizin budapeste maceraniz biraz tatsiz gecmis. zaten bu gavur memleketlerinde aksam dokuzdan sonra yiyecek bi sey bulmak bir mesele. frankfurt'ta aksam sekizbucukta acık bir yer bulamayip, otele iki durak uzaktaki (otelde de yoktu yimek) merkezdeki tren istasyonuna gittigimi, yol boyunca da bir allahın kuluna rastlamadigimi bilirim.

oysa bizde illa ki acık bir yer bulursun, olmadı bakkal felan açıktır.

boru cümlesi de süpermis! :)

Adsız dedi ki...

3 hafta sonra budapeşteye gideceğim..

bu yazı çok faydalı oldu benim için..

içten teşekkürler..