...Uzun boyu, zayıf vücudu, siyah, cin gibi gözleri, kumral ve seyrekçe sakalı, yeşil kaplı kürkü ve kah başına geçirdiği kah başından çıkardığı sivri gecelik takkesiyle Asuri bir müneccimi hatırlatan bir adam, terlikleri yerde, kendisi köşedeki kerevet üstünde bağdaş kurmuş, gazetesini okuyordu. Birdenbire, gördüğü bir haberle canı yanmışçasına, oturduğu şiltenin üstünde ayağa kalkıyor; alevi artan bakışlarla kendinden geçmiş bir elini dizine vurarak ve kelimenin sonunu uzatarak, “Gitti, uçtuuu!” diye haykırıyordu. Hatta helecanından “uçtu” kelimesini “uştu” diye telaffuz ettiği duyuluyordu.
Ben, büyüklerin kendisini saymadıklarını gören çocuk, bu giden ve uçan şeyleri bana söylemiyeceklerini bilerek, nafile yere sormazdım. Fakat bu seste ve edadaki teessürü duydukça millet ve devlet bakımından birtakım fırsatların kaçırılmış, birtakım menfaatlerimizin bozulmuş olduğunu sanki anlamıyor muydum?
Böyle haykıran adam, içini çeker, yine bağdaş kurarak köşesine oturur, bana âdeti olduğu üzere, şefkatli gözlerle bakarak ve beni başımdan büyük dertlere karıştırmak istemezmiş gibi bir şey söylemeyerek, hüzünlü bir halde gazetesinin başka sütunlarına geçer, bir fincan kahve daha içer, bir tutam daha enfiye çekerdi.
Bu, ailemiz içinde hemen hemen herkesin deli diye andığı Çamlıca’daki eniştemizdi. Bilirsiniz ki bizde deli tabiri sadece, tıbbi delaletiyle, aklın muvazenesi bozulmuş manasına gelmez. Böyle saydıklarımızın hepsi de mutlaka çıldırmış demek değildir. Hele o geçmiş zaman, delileri gönlünden büsbütün silip atmış değildi. Mecnun ve meczup bulduklarının birçoklarını tasvip ederdi.
...Birer damla siyah alev gibi ışıldayan gözlü, sararmış, buruşuk ve canlı yüzlü eniştemiz, daima omuzlarını biraz yukarı kalkık ve başını biraz öne doğru eğik tutarak, daima biraz etrafı kollayan, sanki teneffüs ettiği havayı kollayan, bir tilki gibi, tetikte, sinirli ve hamarat görünürdü. Siyah gözlerinin, adeta zincirden boşanmış gibi çabuk bakışlarını biraz kadifeleştiren bir ihtiyatla güya pusuda beklediği hayat tadlarını kaçırmayalım der gibi bir hali vardı. Hızlı hızlı konuştuğu gibi lakırdı etmeğe o kadar alışıktı ki, sustuğu zamanlarda bile, dudakları biraz kımıldayarak, söylemeğe hazır olduğunu duyurur ve bazen göze görülür bir hodgâmlıkla, içine doğru kayan bakışları sanki bu sustuğu şeylerin lezzetinden haz alarak, onları kendine saklar gibi olurdu.
..Onun biz çocukları alakalandıran diğer bir hususiyeti de kendisinin çok kere hanımlar gibi evde kalmasıydı. Filhakika diğerleri cumadan başka günlerde memuriyetlerine giderler, ancak akşam üstü dönerlerdi. Halbuki eniştemizin memur olduğu uzak vilayetlere gitmiyen biz çocuklar, onu İstanbul’da mazuliyet zamanlarında görür, evde bizimle kaldığı için tasvip eder ve hayatın böyle iptidai tadlarını kabartan mübalağalarına bol bol gülerdik. Onda heyecanından soluyan, telaşından kaynayan bir hayat aşkı sezerdik. Bundan dolayı yanında bulunmak, hele kendisiyle birlikte sokağa çıkmak çok kere tadına doyamadığımız bir eğlence olurdu.
Mesela Tünel’e binecek olsak, o her zamanki telaşına kapılarak, lüzumsuz yere: “Aman kaçıyor!” diye koşmağa başladığından biz de gülerek onunla birlikte koşar, kapılar kapanmadan içeri girerek: “Yetiştik!” diye sevinirdik. Başkaları acele etmezler ve sevincimizi duymazlardı. Zira onlarca telaşa mahal yoktu. Öteki tünelle gelseler de vapura yetişeceklerini bilirlerdi. Fakat, bizim kalkacağı sırada koşarak bindiğimiz tünelde duyduğumuz sevincimiz yanımıza kâr kalırdı. Büyükler bunu anlayamazlar. Zaten onların nice şeyleri anlamayarak zevkimizi bozduklarını görüyor ve deli eniştemizi onlardan ziyade bize benzediği için seviyorduk.
Bir de muhallebici Recebin dükkanına yine telaşla girerek ve mutat veçhile helecanlı bir şey sorar gibi: “Kaymak var mı?” dedikten sonra: “Var!” cevabını alınca buna: “İşimiz oldu!” manasına gelen öyle bir, “Hah!” sayhasiyle mukabele ederdi ki, kaymağı almakla sanki bir muzafferiyete konmuş olurduk. Üsküdar vapuruna uzun bir sefere gidiyor gibi yerleşirdik. Ya hele Üsküdar iskelesine çıkıp bir arabaya bindiğimiz zaman eniştemiz bize öyle memnun bir eda ile bakarak gülümserdi ki, bu bakışın ve tebessümün aşağı yukarı: “Oh, hele şükür! Bütün İstanbulluları aldattık, hepsinin ellerinden kurtulduk. Şimdi Çamlıca’da halanızın yanında, rahatımıza bakalım ve kaymak yiyelim!” diyen bir manası vardı. Biz çocuklar bile bu memnuniyet hislerinden bir kısmının fuzuli olduğunu anlardık. Deliye göre her gün bayramdır. Fakat deli eniştemizin böyle rahatına kavuşmak için herkesi aldattığından memnun olan hali, neşesinin damlalarını bizim ruhumuza da serperdi. Onun bizden ziyade çocuk olduğunu muhabbet ve sevinçle duyardık. Bu sayede hayatın alışkın olduğumuz birçok gündelik halleri beklenmedik nice zevklere bürünürdü.
not: cok severek okudugum bir kitaptan sectim bu alıntıyı... hem bayram icin güzel bir okuma parcası olur, hem de bayramlarda yoklukları daha çok hissedilen kaybettiğimiz büyüklerimize bir selam göndermis olurum dedim. asağıdaki linkte de yine bu kitaptan bir alıntı var. herkese iyi bayramlar.
Ben, büyüklerin kendisini saymadıklarını gören çocuk, bu giden ve uçan şeyleri bana söylemiyeceklerini bilerek, nafile yere sormazdım. Fakat bu seste ve edadaki teessürü duydukça millet ve devlet bakımından birtakım fırsatların kaçırılmış, birtakım menfaatlerimizin bozulmuş olduğunu sanki anlamıyor muydum?
Böyle haykıran adam, içini çeker, yine bağdaş kurarak köşesine oturur, bana âdeti olduğu üzere, şefkatli gözlerle bakarak ve beni başımdan büyük dertlere karıştırmak istemezmiş gibi bir şey söylemeyerek, hüzünlü bir halde gazetesinin başka sütunlarına geçer, bir fincan kahve daha içer, bir tutam daha enfiye çekerdi.
Bu, ailemiz içinde hemen hemen herkesin deli diye andığı Çamlıca’daki eniştemizdi. Bilirsiniz ki bizde deli tabiri sadece, tıbbi delaletiyle, aklın muvazenesi bozulmuş manasına gelmez. Böyle saydıklarımızın hepsi de mutlaka çıldırmış demek değildir. Hele o geçmiş zaman, delileri gönlünden büsbütün silip atmış değildi. Mecnun ve meczup bulduklarının birçoklarını tasvip ederdi.
...Birer damla siyah alev gibi ışıldayan gözlü, sararmış, buruşuk ve canlı yüzlü eniştemiz, daima omuzlarını biraz yukarı kalkık ve başını biraz öne doğru eğik tutarak, daima biraz etrafı kollayan, sanki teneffüs ettiği havayı kollayan, bir tilki gibi, tetikte, sinirli ve hamarat görünürdü. Siyah gözlerinin, adeta zincirden boşanmış gibi çabuk bakışlarını biraz kadifeleştiren bir ihtiyatla güya pusuda beklediği hayat tadlarını kaçırmayalım der gibi bir hali vardı. Hızlı hızlı konuştuğu gibi lakırdı etmeğe o kadar alışıktı ki, sustuğu zamanlarda bile, dudakları biraz kımıldayarak, söylemeğe hazır olduğunu duyurur ve bazen göze görülür bir hodgâmlıkla, içine doğru kayan bakışları sanki bu sustuğu şeylerin lezzetinden haz alarak, onları kendine saklar gibi olurdu.
..Onun biz çocukları alakalandıran diğer bir hususiyeti de kendisinin çok kere hanımlar gibi evde kalmasıydı. Filhakika diğerleri cumadan başka günlerde memuriyetlerine giderler, ancak akşam üstü dönerlerdi. Halbuki eniştemizin memur olduğu uzak vilayetlere gitmiyen biz çocuklar, onu İstanbul’da mazuliyet zamanlarında görür, evde bizimle kaldığı için tasvip eder ve hayatın böyle iptidai tadlarını kabartan mübalağalarına bol bol gülerdik. Onda heyecanından soluyan, telaşından kaynayan bir hayat aşkı sezerdik. Bundan dolayı yanında bulunmak, hele kendisiyle birlikte sokağa çıkmak çok kere tadına doyamadığımız bir eğlence olurdu.
Mesela Tünel’e binecek olsak, o her zamanki telaşına kapılarak, lüzumsuz yere: “Aman kaçıyor!” diye koşmağa başladığından biz de gülerek onunla birlikte koşar, kapılar kapanmadan içeri girerek: “Yetiştik!” diye sevinirdik. Başkaları acele etmezler ve sevincimizi duymazlardı. Zira onlarca telaşa mahal yoktu. Öteki tünelle gelseler de vapura yetişeceklerini bilirlerdi. Fakat, bizim kalkacağı sırada koşarak bindiğimiz tünelde duyduğumuz sevincimiz yanımıza kâr kalırdı. Büyükler bunu anlayamazlar. Zaten onların nice şeyleri anlamayarak zevkimizi bozduklarını görüyor ve deli eniştemizi onlardan ziyade bize benzediği için seviyorduk.
Bir de muhallebici Recebin dükkanına yine telaşla girerek ve mutat veçhile helecanlı bir şey sorar gibi: “Kaymak var mı?” dedikten sonra: “Var!” cevabını alınca buna: “İşimiz oldu!” manasına gelen öyle bir, “Hah!” sayhasiyle mukabele ederdi ki, kaymağı almakla sanki bir muzafferiyete konmuş olurduk. Üsküdar vapuruna uzun bir sefere gidiyor gibi yerleşirdik. Ya hele Üsküdar iskelesine çıkıp bir arabaya bindiğimiz zaman eniştemiz bize öyle memnun bir eda ile bakarak gülümserdi ki, bu bakışın ve tebessümün aşağı yukarı: “Oh, hele şükür! Bütün İstanbulluları aldattık, hepsinin ellerinden kurtulduk. Şimdi Çamlıca’da halanızın yanında, rahatımıza bakalım ve kaymak yiyelim!” diyen bir manası vardı. Biz çocuklar bile bu memnuniyet hislerinden bir kısmının fuzuli olduğunu anlardık. Deliye göre her gün bayramdır. Fakat deli eniştemizin böyle rahatına kavuşmak için herkesi aldattığından memnun olan hali, neşesinin damlalarını bizim ruhumuza da serperdi. Onun bizden ziyade çocuk olduğunu muhabbet ve sevinçle duyardık. Bu sayede hayatın alışkın olduğumuz birçok gündelik halleri beklenmedik nice zevklere bürünürdü.
not: cok severek okudugum bir kitaptan sectim bu alıntıyı... hem bayram icin güzel bir okuma parcası olur, hem de bayramlarda yoklukları daha çok hissedilen kaybettiğimiz büyüklerimize bir selam göndermis olurum dedim. asağıdaki linkte de yine bu kitaptan bir alıntı var. herkese iyi bayramlar.
2 yorum:
iyi bayramlar neolitik hanım:)
elektra,
tesekkur ederim :) bayram cabucak gecti, yine döndük ofislere. bugun erkenden cıkmak ve yarın yeni bi baslangıc yapmak istiyoruuum! cunku bugun cok verimsiz geciyor, uykum var, dikkatim dagiliyor vs.
neo the mızmız
Yorum Gönder