tatlı bir kitap: kirpinin zarafeti


"şöyle güzel bir kitap okumayla" ilgili olarak kısa süreli bir lanete uğramıştım hatırlarsanız, orhan pamuk'un romanıyla başlayan, onu takip eden birkaç kitabın da "bu ne yaa!" duygusu yaşatmasıyla devam eden, "yarebbim bi daha hiç güzel kitap çıkmayacak mı karşıma" diye vehimlere kapıldığım bir dönemim oldu. neyse, boşuna endişelenmişim, sonunda "kirpi ve zarafet"i keşfettim. önce ismi dikkatimi çekti, kirpi olsun, tilki olsun, baykuş olsun, bunlar hep sevdiğimiz varlıklar. "aa ne guzel isim, neymiş bu?" deyip elime aldım, baktım kapağı da pek hoş. sonra arkasındaki yazı da cezbedince denemeye değer dedim, iyi ki de demişim. çok tatlı bir romanmış bu, bir kitap için bu ifade tuhaf kaçıyor belki ama kullanmadan edemedim.

iki anlatıcı var kitapta, biri 50'lerinde, tam bir kitap kurdu, japon sineması hayranı, paris'in lüks apartmanlarından birinde kapıcılık yapan renee ve ailesinin yaşam tarzından nefret eden, onlarla dalga geçen, çok akıllı, on iki yaşındaki paloma.

renee'nin apartmanda yaşayanlara sıradan biriymiş biri gibi görünmek için kullandığı birtakım numaralar var, televizyon izliyormuş gibi yapıyor, edebiyata ilgisini saklıyor vs. adını tolstoy'dan alan, tembel, kocaman, kızdırıldığında patileri kötü kokan bir lev diye bir kedisi, apartmandaki dairelere temizliğe gelen, zarif sepetler içinde badem kurabiyeleri getiren ve her salı-perşembe birlikte yeşil çay içtiği manuela adlı bir arkadaşı var.


paloma da mutsuz, hayatın bir anlamı olmadığına çoktan (12 yaşında!) karar vermiş, bu yüzden on üçüncü yaş gününde intihar etmeyi planlayan, "dünyanın hareketi" başlıklı tuhaf bir günlük tutan zeka küpü bir kız.

kitap boyunca renee ve paloma'nın günlüklerinden sayfalar birbirini takip ediyor. günlükler sayesinde apartmanın diğer sakinlerinin hayatlarını da öğreniyoruz. kibirli yemek eleştirmeni, uyuşturucular yüzünden sürekli "kafa bi dünya" dolaşan genç, taşrada veterinerlik yapmak isteyen hayvan dostu genç kadın... ve son olarak apartmana yeni taşınan esrarengiz, kibar, japon beyefendisi.

kitabın arkasındaki yazıda, "göze çarpmayan güzellikleri yücelten, sınıflar ve nesiller ötesi bir dostluğu konu edinen zarif ve etkileyici bir roman" diyor, kitapların arkasında çoğu zaman abartılı/iddialı şeyler yazar ya, bu onlardan diyil. bu ara ne okusam diyorsanız, tavsiye ederim.

portakallı kurabiye, çay ve bir kedi eşliğinde okursanız tadından yenmez :)

*kirpinin zarafeti'den tadımlık:

On üçüncü yüzyıldaki Moğol kabilelerinin isyanına, ölümlere ve yıkımlara yol açtığı için değil, Song kültürünün meyvelerinden en değerlisini, çay sanatını da yok ettiği için üzülen Çay Kitabı'nın yazarı Kakuzo Okakura gibi ben de çayın önemsiz bir içecek olmadığını biliyorum. Bir ritüel halini aldığında, küçük şeylerdeki büyüklüğü görme yeteneğinin merkezini o oluşturur. Güzellik nerededir? Diğerleri gibi ölmeye mahkum büyük şeylerin içinde mi, yoksa hiçbir iddiada bulunmadan, anın içine bir sonsuzluk tomurcuğu yerleştirmeyi bilen küçük şeylerde mi?

Çay ritüeli, aynı jest ve yudumlamaların bu değerli sürdürülüşü, basit, sahici ve rafine duyumlara bu yükseliş; çay, yoksulların olduğu kadar zenginlerin de içeceği olduğundan bir aristokrat zevkine sahip olma izninin pek az masrafla herkese bu verilişi; yani çay ritüeli, hayatlarımızın saçmalığında dingin bir uyum gediği açmak gibi olağanüstü bir erdeme sahiptir. Evet, evren boşlukla elbirliği yapar, kayıp ruhlar güzelliğe ağlar, anlamsızlık bizi kuşatır. O halde, bir fincan çay içelim. Sessizlik olur, dışarıda esen rüzgar işitilir, sonbahar yaprakları hışırdar ve uçuşur, kedi sıcak bir ışık içinde uyur. Ve her yudumda zaman iyice yücelir.

***

Benim fikrimi soracak olursanız Fransız mutfağı acınacak bir şeydir. (...) Ağır olmadığında da mümkün olduğunca cilveli: Ölü gömücüsü kadar neşeli gözüken uşakların taşıdığı yalancıktan Zen tabaklar içinde stilize üç turpla ve iki tane su yosunu jöleli Saint Jacques deniz kabuklusuyla açlıktan ölürsünüz. Cumartesi böyle çok lüks bir restorana gittik; Napoléon's Bar. Colombe'un yaş gününü kutlamak için ailecek çıkmıştık. Yemekleri her zamanki sevimliliğiyle Colombe seçti: Kestaneli iddialı zımbırtılar, adı güçlükle telaffuz edilen otlarla pişirilmiş oğlak, Grand Marnier'ye yapılmış yumurtalı krema (dehşetin doruğu!) (...) Otuz dört avroya menüde bulduğum en az kötü şeyi söyledim: Acı çikolatalı bir fondan. Size söylemeliyim: O fiyata, Mc Donalds'ta yıllık aboneliği tercih ederdim. En azından zevksizlikte iddiasızlar. Salonun ve sofranın dekorasyonu üzerine süslemeler de yapmıyorum. Fransızlar bordo örtülü ve bol altın kaplamalı "İmparatorluk" geleneğinden ayrılmak istediklerinde, hastane stilini seçerler. Le Corbusier iskemlelere oturulur, fazlasıyla Sovyet bürokrasisine özgü geometrik biçimli beyaz sofra takımlarında yemek yenir, tuvaletlerde eller hiçbir şeyi emmeyecek kadar ince havlulara kurulanır.

Arılık, sadelik bu değil. "Peki sen ne yemek isterdin?" diye bana sordu Colombe öfkeli bir havada (...) cevap vermedim. Çünkü bilmiyorum. Küçük bir kızım sonuçta ben. Ama mangalardaki kişilerin başka türlü bir yemek yeme tarzı var. Basit, rafine, ölçülü, hoş bir hali var. Güzel bir tabloya bakar gibi ya da güzel bir koroda şarkı söyler gibi yemek yiyorlar. Ne fazla, ne az, ölçülü. Kelimenin iyi anlamında. Belki de tamamen yanılıyorum ama Fransız mutfağı bana yaşlı ve iddialı gibi geliyor, oysa Japon mutfağı, sanki... sanki ne genç ne yaşlı. Sonsuz ve tanrısal.

***
Daha ilk filmde, Yeşil Çaylı Pirinç Tadı, Japon yaşam mekanından ve mekanı ikiye bölmeyi reddeden ve görünmez rayların üzerinde kayan sürgülü kapılardan etkilenmiştim. Çünkü bir kapı yeri açtığımızda mekanı en bayağı biçimde dönüştürmüş oluruz. Mekanın rahat rahat yayılmasına saldırmış oluyoruz ve buraya kötü orantılar sayesinde densiz bir gedik katıyoruz. İyi düşünüldüğünde, açık bir kapıdan daha çirkin bir şey yoktur. Kapı, içinde bulunduğu odaya, bir kopuş gibi, mekanın birliğini kıran taşralı bir parazit katar. Bitişik odada bir çöküntüye yol açar. Bütün olmayı tercih eden bir duvar parçası üzerinde kayıp, açık ağızlı ve aptalca bir çatlak doğurur. Her iki durumda da uzamı bozar. (...) Sürgülü kapı ise engelleri ortadan kaldırarak mekanı yüceltir. Dengeyi dönüştürmeden başkalaşmayı sağlar. Sürgülü kapı açıldığında iki yer birbirine zarar vermeden ilişkiye girer. Kapandığında, her birine kendi bütünlüğünü iade eder. Paylaşım ve birleşme, birbirini rahatsız etmeden olur. Yaşam burada sakin bir gezintidir. Oysa bizde bitmek bilmez zorlamalar dizisinden ibarettir.

----

* Kirpinin Zarafeti / Muriel Barbery - Turkuaz Kitap, 2008.

** kitaptaki renee karakterinin hayran olduğu japon sinemacı yosuhiro ozu'nun filmlerine merak saldım ben de, birini indirdim internetten (good morning), yazarım izleyince. bu ara festival tadında filmler izleniyor evde zaten, bir de endişeli peri'nin tavsiyesiyle isveç filmleri indirildi, periciğim, krister henriksson dediğin kadar varmış ;)

9 yorum:

Arzu Çur dedi ki...

"Tatlı" elbette kullanılabilir bir roman için, hiç yadırgamadım. Ben de sevdiğim kitapları okurken ağzımda bir sütlü şeker, antep fıstıklı damak çikolatası tadı hissediyorum. Tanımlarken ve birine hararetle tavsiye ederken "Ay çok şeker yazmııış" demişliğim bile var.

Sağol tavsiye için, okurum ben bunu.

serpil dedi ki...

Ben de kitap fuarında almıştım, bugün okumaya başladım, beğendiğini görünce tereddütüm kalmadı çok iyi oldu.Merci.

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Sonunda roman tadı alabildiğin bir kitaba kavuşmana sevindim, Neocum.
Elimdeki ve masadaki kitaplardan sonrası için sıraya sokayım, bari.:))

gülçin dedi ki...

sevgili neolitik hanımcığım,
ben de bu kitabı bitireli bir hafta kadar oluyor. ben de çok beğendim kitabı. hatta paloma'nın yazdığı bölümlerin birinde neden mutsuz olduğunu farkettiği kısmı bloga alıntılamayı da düşündüm. derken bir aktım neolitik hanımcığım yazmış, hem de pek güzel olmuş!

sevgiler.

not:ozu'ları ben de pek merak ettim.

endiseliperi dedi ki...

krister henriksson'un bir filmini daha izledim: "sex, umut ve sevgi" idi galiba ismi. çok, çok iyiydi o da.sen hangi filmini izledin?

Andrei Zvyagintsev adında bir rus yönetmen var. muhtemelen izlemişsindir. iki filmi var şimdilik. dönüş ve sürgün. ikisi de muhteşem. Aleksandr Baluyev iki filmde de oynayan müthiş bir oyuncu. hazır film indiriyorken, onları da indir. krister henriksson'la fiziksel hiçbir benzerliği yok ama, başka türlü bir arıza ruh ile kalbini çalmaya aday o da;)

sevgiler.

neo dedi ki...

arzu,

dogru diyosun. ayrıca kitapta bolca kurabiye, çay muhabbeti yapılmasından da etkilendim sanırım. umarım seversin sen de.

...

serpil,

çabuk ilerliyor kitap, bitirince neleri sevdiğini yazarsan çok sevinirim.

...

ekmekci kız,

hiç sorma, bir ara idefix'te kampanya vardı, ordan bi parti kitap aldım, e sonra fuara gidildi, bir dolu kitap da oradan alındı. şimdi hepsi, iki minik kule şeklinde masamda duruyorlar, bir an önce eritmem lazım.

...

gülçin,

sen yine de yazsan ya, neleri sevdin, neler hoşuna gitti?

bu arada ozu'nun bir filmini seyrettim, kitapta bahsedilenler (munakata sisters ve the flavor of green tea over rice) degil ama güzeldi çok. ohayo (günaydın) idi filmin adı, sürmeli kapılar, minik soba üzerinde devamlı kaynayan çaydanlık, haylaz japon çocuklar. sevdim ben. diger filmleri de ariyorum.

sevgiler.

...

peri,

ben önce faithless'ı izledim, sonra da dedektif serisinin ilkini (innan frosten). digerlerini de indirecegim, çok sevdim dedektif karakterini. "sevdigim birine benzetiyorum, çıkartamıyorum" demissin ya, aynen o hisle izledim ben de :) kızına şefkati, yakışıklılığı, hafif sarsak hali ne hoş.

bahsettigin yönetmeni izlemedim hiç, hemen indirilecekler listesine ekledim. çok sağol şahane film önerilerin için :)

sevgiler

Adsız dedi ki...

İsabetli bir seçim olmuş bu kitapla Neolitik Hanım... Ne güzel!

neo dedi ki...

metin bey,

ne guzel sizi burda görmek. kedili yazıya bıraktığınız yorumdan, yakında o güzel kaleminizden "kedi-yazar" konulu bi yazı geleceğini anlayabilir miyiz aceba :)

Adsız dedi ki...

Teşekkür ederim efenim. Sizin malikanede zaman zaman çıt çıkarmadan dolaşıyorum, demek ki haberiniz hiç olmuyor.

Sorunuza kaçamak cevap: Bilmem kine!