retiro park, cocido, churros...


"madrid madrid", nerden başlamalı anlatmaya? bi kere ekşi sözlükte ankara'ya benzeterek büyük haksızlık etmişler, alakası yok! o caanım parklar, müzeler, geniiş bulvarlar, şehrin altını karınca yuvaları gibi saran ve tıkır tıkır çalışan metro sistemi. vitrinleri zevkle düzenlenmiş dükkanlar, oyuncakçılar, kitapçılar. barselona da güzeldir elbet, görmedim henüz ama ben gezdiğim, gördüğüm, güneşli, rüzgârlı, bulutlu sokaklarında dolandığım madrid'den memnun ayrıldım.

- gri, yağmurlu istanbul'dan, güneşli, pamuk gibi beyaz bulutlu bir madrid'e inince pek sevindim bi kere. gerçi sonradan bozdu hava bir-iki gün ama olsun. madrid'de yaşayan arkadaşların evi şehre pek uzak degildi, "oo bir hafta çok bile, üç günde bitirirsiniz şehri gezmeyi" dediler, biraz abartılıydı tabiy ama kaldığımız sürede gidilecek-görülecek yerlerin çoğunu bitirdik.

- şehir turuna pazartesi günü müzelerin çoğu kapalı olduğundan retiro park'tan başladık. çok büyük bir alana yayılmış, çeşit çeşit ağaçlar, heykeller, kristal saray diye muhteşem bir bina, sarayın önündeki gölün içindeki ağaçlar, havuzlar, çeşmeler vs. madrid'de yaşıyor olsam her fırsatta kitabımla, ipodumla soluğu bu parkta alırdım kesin. haftaiçi olduğundan parkta pek kimse yoktu, birkaç turist, bir de tarot falı bakan romanlar -ispanyolca bilmediğimizi anlayınca pek bulaşmadılar-.

- retiro park'tan sonra botanik bahçesi'ne gittik, -bize çiçek, böcek, ağaç olsun zati- oranın da hastası oldum. gerçi şimdi kış sonu bir sürü bitki henüz uykuda idi ama kamelyalar açmıştı, nergisler, birtakım adını bilmediğim mor çiçekler... çok şirin bir dükkan vardı bahçede, ordan envai çeşit domates tohumu aldık, bu ara dikmemiz gerekiyormuş. bakalım...

- park bahçe turundan sonra meşhur sol meydanına gittik, madrid'in simgesi ayı heykelinin, restoranların vs. olduğu yere. çok acıkmıştık, kendimizi ilk gördüğümüz yere attık ama pek de memnun kalmadık, 80'ler çalıyordu, plastik çiçekler, kağıt masa örtüleri vardı. bizim esnaf lokantaları havasındaydı ama oraların yemekleri genelde iyi olur, burdaki vasattı. hadi ordan çıktık, sol meydanından yürüyüp plaza mayor'a vardık, hani şu dört tarafı binalarla çevrili ünlü meydan. orda daha güzel restoranlar, kafeler vardı, keşke biraz daha sabretseymişiz. meydanda avrupa şehirlerindeki klasik performans insanları vardı, kocaman takma memeleri, poposu olan yelpazeli bir adam (bkz ilk yazıdaki resim), elinde sopasıyla ortaçağdan kalma bir cadı, askeri üniformalı donuk bi tip vs. bir de iki yaşlarındaki oğlunu tasma benzeri bir aparatla gezdiren bir adam gördük. tövbe tövbe!

- müze turunu uzun uzun anlatmayayım, en önemli üç müzeyi de ayaklarımıza kara sular inene kadar gezdik, reina sofia müzesinde picasso'nun meşhur guernica'sı önünde uzun uzun vakit geçirdik, keza prado müzesi'nde hieronymus bosch'un hastası olduğumuz "The Garden of Earthly Delights" (dünyevi zevkler bahçesi diye mi çevirmeli) tablosu ve diğer resimlerini ince detaylarına kadar inceledik, bosch o tabloları çizerken ne içiyodu, biz de ondan istiyoz diye espri yaptık :) kafa on milyon olmadan zor çıkar o resimler biraz.

-goya, dali, miro, valesquez, van gogh, picasso, gaugin, klee, matisse, almanya'da tanıyıp sevdiğim jawlensky, adını şimdi hatırlamadığım bilumum hollandalı ressamlar, hepsinin hatırını sorduk. ve tabii edward hopper'ın resimlerinin de. onu en sona bıraktığımız Museo Thyssen-Bornemisza'da bulduk. yakından bakınca gördüm, kızın elindeki kitap felan değil, ince broşür gibi bi şey. tablonun önüne benim gibi manyaklar uzun uzun bakabilsinler diye bir bank koymuşlar sağolsunlar. çıkışta resmin büyükçe bir posterini aldık, tabii bilumum buzdolabı mıknatıslarından da.

- şehrin simgesi turistik objelere kıl oluyorum biraz, eli yüzü düzgün olanları pahalı oluyor, ucuzları da alınır şeyler diyil. o yüzden genelde müzelerden resimli buzdolabı mıknatısları, ayraçlar, kartpostallar alıyorum artık. hem bavulda yer de kaplamıyor.

- şu noktada "amaan bu neolitik hanım da müzeydi parktı, hep kültür turizmine mi vermiş kendini peeh" deme ihtimalinizi düşünerek rotamı hemen yeme-içmeye çeviriyorum. valla, ispanyol mutfağını çok parlak bulmadım ben, ukalalık olmasın ama tapas denilen mezelerin alası bizde var, deniz ürünleri dersen benim tercihim biraz işlenmiş, muamele görmüş olmalarıdır, karides tereyağında bişecek, kalamar tavanın sosu olacak -ki çok fazla tüketemiyorum, deniz ürünlerine alerjik bi bünyem var- neyse, belki ben kıymetini bilemedim. cocido diye ispanya'nın meşhur bir yemeği varmış mesela, orada yaşayan bir arkadaş anlata anlata bitiremedi, şöyle güzel böyle bilmem ne, e bildiğin nohut, lahana haşlaması ve bilumum etlerden yapılmış bi şey geldi. hayır severim nohutu, lahanayı da öyle efsane bir yönü yoktu yani. neyse, daha bitmedi yeme-içme mevzu. daha çikotalı churros'u anlatmam lazım.

4 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Havanın böyle güzel olmasına çok sevindim.
Müzeler kısmında ağzımın suyu aktı, inana!
Şimdi de "çikotalı churros"u bekliyorum.
:))

neo dedi ki...

tadım yok birkaç gündür, sana churrosu bizzat anlatayım inşallah.

karga'nın günü dedi ki...

Ayağınıza sağlık! İspanya gezinizi okurken pek imrendim, hayaller kurdum. Bundan sonra hedefim çok istediğim İspanya, bakalım kısmet.Devamını bekliyorum. Bakalım daha anlatacak neleriniz var.

neo dedi ki...

gamlı baykuş,

hoşgeldiniz! inşallah gidersiniz İspanya'ya, hem sizin seyahatte dilerim barselona da olur. orayı da merak ediyorum çok. şu boğazlarım :) iyileşsin, öksürükler azalsın devam ederim inşallah.