Fobilerden bir demet



 “Bir iyi, bir kötü haberim var” klişesinden yola çıkarak önce Erivan seyahatimin “başıma gelenler” kısmını anlatıp, sonra eğlenceli şeylere geçiş yapayım. Dediğim gibi Erivan-İstanbul uçuşu gecenin bir körü yapılıyor, benim uçuş korkum malum, bir de “ay Erivan uçakları çok acayip, charter seferi bi kere, uçak küçük, millet telefonları felan bir türlü kapatmıyor, biz en son dönerken adamın teki sigara bile yakmıştı, daha uçak inmeden millet ayağa kalkıyor”  gibi hiç güven vermeyen hikayeler dinlemek de uçuş korkumun üzerine güzel bi cila oldu. Neyse efendim, biraz rötarla uçağa bindik, yanımda da –kalabalık bir grup gittik- uçmaktan korkan bir arkadaş var. Biz böyle iki endişeli tip yan yana oturduk, başta içimden “ya hiç iyi olmadı bu” diyordum ama tersine çok iyi oldu. Deli deliyi görünce değneğini saklarmış misali uçaktan benden daha çok korkan birini görünce bana bir güven geldi. Kendi endişelerimi bıraktım, kızı rahatlatmaya çalıştım, bir baktım giderek sakinleşiyorum. Tabii o benden epey ilerideymiş korku noktasında, en ufak bir sarsıntıda bayağı kötü oluyordu. Uçak daha pistte ilerlerken sarsılıyordu bu arada, küçük diye mi nedir bilemedim.  Aslında uçağın küçük olması benim hoşuma gitti. Daha az korkutucuydu sanki. Biraz sarsıntılı bir yolculukla Erivan’a indik ve saatlerimizi iki saat ileri aldık. Hava aydınlanmadan iniş yaptığımızdan pek bir şey göremedik, sabah yedi gibi otele varıp kendimizi yataklara attık, öğleden sonra başlayacak toplantıya kadar birkaç uyumamız şarttı. İki saat ileri almak, bütün uyku, yemek düzenimizi etkiledi.

Asansör macerası

Ben de bir de asansörde kalma korkusu var, bildiğiniz kapalı yerde kalma fobisi yani. Genelde asansöre binmem, tabii on-on beş katlı yerlerde yapacak bir şey yok, mecbur biniyorum ama özellikle eski binalardaki asansörlere mümkün değil binemem. Erivan’da da bir ziyaret için dokuz katlı bir binaya gittik, ben de tam o sırada telefonla uğraşıyordum, karambolde asansöre binmiş bulundum, sekiz kişilikti, millet doluştu, tam o sırada ben daha fazla kişi binmesin dedim, birileri yine de bindi, kapı kapandı, asansör hareket etmedi ve biz içerde kaldık. Asansörde kapalı kalmaktan daha çok korktuğum bir şey varsa o da bir sürü insanla kapalı kalmaktır. Millet gülüşüyor, “kaldık ehehe” diye, ben bi bağırdım, “bakın bende klostrofobi var, durum ciddi, gülmeyin” diye. Hemen toparlandılar, ay ne yapabiliriz senin için, su ister misin falan diye kalabalık üzerime geliyor, “açılın” dedim, üzerime gelmeyin, savulun! Hemen uzaklaştılar, ben bir köşede, millet bir köşede, telefonla uğraşıyorum dikkatimi dağıtacak bir şeyler olsun diye. Bu arada asansörün içindeki telefon çalışmıyor, telefonlar da çekmiyor, bir de üzerine elektrik gitti mi içerde! Tamam dedim, bitti bu iş! Kapıya vuruyoruz bir an önce açsınlar diye, onlar da vuruyor, işin eğlencesindeler, hey yarabbim! Neyse sonunda kapı açıldı, ne kadar kaldık bilmiyorum bana saatler geçti gibi geldi. Tabiy bi daha da binilmedi o asansöre ve dokuz kat çıkıldı. Merdivenlerin şehri gören güzel bir terasa çıkması laçka olmuş sinirlerime bir nebze iyi geldi.

Pasaport kayıp!

Ve de son bomba, pasaportum nasıl kayboldu? Efenim dönüşte (bu sefer büyük bir uçak ve Atlas Havayolları ile geldik) uçuş korkum epey hafiflemişti, bu kez de gamsız, kafayı yaslayıp uyuyan bir arkadaşla yan yana oturduk, o da iyi oldu, ilk kez uçakta uyudum, o derece sakindim. Uyku sersemi indim uçaktan, arkadaşım giderken meğer pasaportunu uçakta düşürmüş, geri dönüp aramış bulmuşlar vs. Aman dedim bu sefer de düşürme, dikkat et! (peh söyleyene bak!) Neyse pasaport noktasından geçtik, bavulları alıyoruz, milletle vedalaşıyoruz vs. Trençkotumun cebindeydi pasaport, bir ara çıkardım sonra tekrar koydum diye kalmış aklımda. Arabasıyla bizi bırakacak arkadaşla birlikte çıktık, bavullar büyük arabaya sığıcaz mı derken sıkış tepiş bindik, tam çıkıyoruz havaalanından, elimi cebime attım, pasaport yok! Pasaport yok dedim, hadii, arabayı kenara çektik, zar zor yerleştirdiğimiz bavulları indirdik, çantama, bavula her yere baktık yok! Siz gidin ben dönüp arayayım dedim, ama sağolsun bırakmadılar beni. Geri döndük, polislere rica ettim, düşürmüş olmam lazım, girip bakabilir miyim diye, neyse girdim her yere baktım, in cin top oynuyor, saat sabahın beş buçuğu, havaalanını bu kadar tenha görmemiştim hiç. Tam o sırada telefon çaldı, arabada bekleyen arkadaşım arıyor, meğer benim pasaportu biri bulmuş, grup liderimize vermiş, ama hemen arayamamış kız, çünkü uçuş korkusu için ilaç almış, yarı uykulu sersem gibi arabaya binmiş ve pasaport tamamen aklından çıkmış! Neyse bulunmuş olmasına o kadar sevindim ki geç haber almaya hiç takılmadım.  Sabah altı gibi eve vardım, badem her zamanki gibi söylendi, nerdesin yine diye, mamasını verip, kendimi yatağa attım, o da hemen ayakucumda kıvrıldı, oh evde olmak çok güzel derken sızıp kalmışım…

“Ankara’nın güzel olanı: Erivan”

Şimdi bütün vukuatları aktardığıma göre işin eğlenceli kısmına geçelim. Erivan güzel bir şehir, ben sevdim. Zaten bir Budapeşte olsun, bir Bükreş olsun, böyle eski, köhne fakat kişilikli yapılarla dolu şehirlerin hastasıyım biliyorsunuz. Erivan da tam öyleydi, Sovyetik bloklar, taş işçiliğinin çok zarif kullanıldığı eski apartmanlar, geniş yollar, parklar ve her yerde karşımıza çıkan heykeller… Bir arkadaşım, “Ankara’nın güzel olanı gibi” diye tanımladı, ehehe! İlk gün akşam yemeğinden sonra dışarı çıkabildik, otel biraz şehrin dışında olduğundan öyle zırt pırt bi çıkıp tur atayım, şehri tanıyayım gibi bir imkanımız olmadı. Taksilere doluşup şehir merkezine indik. Taksiler de Lada ya da Volga marka eski otomobiller ve de çok ucuz (otelden şehre gitmek 600 Dram, yani iki buçuk üç dolar gibi bi şey, bu para konusunu da ayrıca yazmam lazım, yine kafam basmadı bi türlü bir Dram kaç dolar, peki ya dolar kaç liraydı diye dolandım durdum!) Resbuplic Square’de buluştuk, ışıklandırılmış müze binaları, fıskiyeli havuzlarla güzel bir yerdi. Yaz akşamları klasik müzik konserleri oluyormuş, fıskiyeler de müzikle hareket ediyormuş, pek hoş bir seyirlikmiş, bir kez de yazın gelelim inşallah dilekleriyle oturacak bir kafe aradık, bu arada yağmur başladı. Grupla gezmek kadar zor bir şey yok, herkes ayrı bir şey istiyor, bir türlü bi yer begenemedik. Rehberlik tecrübesi olan bir arkadaş, “grup, yavaş ve kararsız hareket eden dev bir hayvandır” diyerek bizi güldürdü, sonunda Ermeni arkadaşların tavsiyesiyle “old yerevan” diye bi yere girdik. Ama pek de iyi etmemişiz…

To be continued…

3 yorum:

aslı hayvanı dedi ki...

neo, bizim korkular benziyor. benim uçuş korkusu malum. asansör korkusu yüzünden de tedavi gördüm, zira evim 15. katta :) her gün en az dört kere kullanmak zorunda kalıyorum asansörü. yani ellişer saniyeden 3,5 dakikam asansörde geçiyor. her 3,5 dakikada yemin ederim hayatımdan bir sene gidiyordur, o derece. c.tesi yeni bir doktor ablaya gideceğim. umarım tamir eder o beni :)

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

İyi gene "hareket eden" demiş bu tanımı yapan. İki kez turla seyahat tecrübme bakarak, bir iten ve çeken olmazsa hareket edemeyen demek daha doğru.:)

Bak bu Ankara bağlantılı tanıma da Ankaralılar bozulacak, söyleyeyim. :))

neo dedi ki...

aslı h,

gerçekten de korku kardeşiyiz seninle :) gerçi ben bu son seyahatte korktuklarım başıma gelince bi duruldum, sakinleştim sanki, özellikle uçak konusunda... haftaya da ankara'ya gidicem, eskiden olsa ara ara aklıma gelirdi gerilirdim, şimdi takılmıyorum pek. hayırlısı. asansör konusunda daha gerideyim tabiy, ama bazen bi gayret bizim apartmandakini deniyorum, 3 kat çıkıyorum, öyle öyle onu da yenerim belki. bakalım yeni doktor sana neler diycek, merak ediyorum.

...

ekmekçi kız,

en zor şey grupla hareket etmek, hiç hoşlanmıyorum, genelde de önden önden yürüyerek bildiğim gibi takılıyorum. ya da birkaç kişi gruptan ayrı bağımsız hareket ediyoruz.

ya ben severim ankara'yı, o arkadaş öyle dedi, komik geldi bana da. ankara'yı hem severim hem de milletin neden beğenmediğini de anlarım. karışık hisler içindeyim yani. ankara candır :)