Yeni Bay Ripley, Morris mi?



Polisiye edebiyat sevenler arasında Becerikli Bay Ripley’i bilmeyen yoktur. Kara romanın kraliçesi Patricia Hishsmith’in 1960'larda yarattığı ve polisiyenin unutulmaz karakterleri arasında ilk beş arasında (hmm bi ara diğer dördü de düşünmeli) rahatlıkla sayabileceğimiz Tom Ripley’den bahsediyorum. Hani şu zenginlerin arasına karışan, soğukkanlı bir şekilde içlerinden birini öldürüp yerine geçen Becerikli Bay Ripley... Ripley’i hatırladık, peki ya Morris kim kuzum? dediğinizi duyar gibiyim (okurla konuşur gibi yazma tribi demode ama olsun :) efenim Morris, yeni yılımızın ilk kitabı Sevgili Mimi’nin insanı sinirlendirecek kadar beceriksiz (ve fakat bir o kadar da şanslı), kompleksli, kendinden nefret eden karakteri. İngiliz yazar Tim Parks’ın 1990’ların başında yazdığı roman Türkçeye epey uzun bir süre sonra, 2008’de çevrilmiş. Polisiye sevdiğimi bilen bir arkadaşım sağolsun, "al bak bu tam senlik" deyince başladım kitaba. Kapağındaki tanıtım yazısını okuyunca aklıma hemen Ripley geldi, Mimi de İtalya’da geçiyor, burda da zenginlerin hayatına öykünen (konuşma dilinde asla kullanmadığımız bir kelimedir bu da) bir karakter var vs. Ama okudukça benzerliğin belli noktalarda sınırlı kaldığını, Bay Ripley ile Morris arasında dağlar kadar fark olduğunu gördüm.

(anti)kahramanımız Morris, Verona’da İngilizce öğretmenliği yapan, kıt kanaat geçinmekten usanmış, sıradan hayatını kökten değiştirecek ucuz planlar peşinde genç bir İngiliz. Babasıyla sorunları var, annesi genç yaşta ölmüş, Cambridge’e kapağı atmış ama beceriksizliği ve şanssızlıklar yüzünden okuldan atılmış, iş başvuruları cevapsız kalınca kendini İtalya’da bulmuş sıradan bir tip. Hayatı zengin İtalyan ailelerin –kendi tabiriyle- kafasız çocuklarına İngilizce özel ders vermek, şehrin bir ucundan bir ucuna derslere koşturmak, pahalı evlerdeki, görkemli mobilyalar arasında kendine acımakla geçiyor. Ders verdiği zengin bir ailenin on yedi yaşındaki kızıyla evlenip iç güveysi olarak yırtmak gibi şahane(!) bir planı var. Zaten olaylar da bu plan üzerinden gelişiyor. Fekat bizim Morris’te, Bay Ripley’deki soğukkanlı, hesapçı hallerden eser yok. Morris plan yapıyor yapmasına ama daha çok spontane kararlarla ilerliyor, taktik felan hak getire, topun gelişine vuruyor. Özel ders verdiği bir evde öğrencisinin odadan çıktığı anda birden bire gözüne kestirdiği ve pahalı sandığı bir bibloyu hoop çantasına atıveriyor mesela! Sonra da paçasını kurtarmak abuk subuk şeyler yapmak zorunda kalıyor. Okudukça acımakla ağzına bi tane vurmak arasında gidip geliyorsunuz :)

Morris’in bir başka özelliği İtalyan kültürüne ve yaşam tarzına duyduğu sonsuz hayranlık… Bu hayranlığı genelde nefret ettiği İngiltere’ye ve İngilizliğe dair karşılaştırmalar yaparak dile getiriyor. İngiltere ile ilgili biraz da babasıyla bitmeyen meseleler yüzünden depresif, karanlık, umutsuz detaylar hatırlıyor hep:

“…ama Acton’daki ev duruyordu. Kapıları kapanmayan, havalandırma olmadığından banyo penceresinin hep açık kalacak şekilde çiviyle sabitlendiği o ev; pazar günleri Büyük Kanal’da kahramanca balık tutmaya gitmeler (Büyük Kanal! Büyük Britanya! Büyük Büyük Britanya!) Park Royal denilen çorak arazinin üzerinden güneş engin bir kanama manzarasıyla doğar, yaklaşan yağmurun habercisi olurdu, babası sesinde zalimane bir memnuniyet ifadesiyle yarım saat sonra şemsiyenin altına sığınacaklarını haber verirdi, soğuk Londra çisentisi üzerlerine yağar, solucanlar margarin kutularının dibinde yüzerken, ailenin tek şemsiyesinin altında otururlardı.

Ya da bir deniz yolculuğu sırasında etrafındaki İtalyanlara ve İngilizlere bakarak şöyle düşünüyor:

“Ah evet, İngilizler zorluklara bayılırdı (Baksana İtalya gibi güzel bir yerde bulundukları için ne kadar utanıyorlardı, nasıl da kamburlarını çıkarıp Dickens karakterleri gibi dermansızca, gözlerini kısıp güneşe bakıyorlar, bütün bunlara paralarının yetmeyeceğine, eve daha erken dönmeleri gerektiğine birbirlerini ikna etmeye çalışıyorlardı – … Çünkü ne zaman biraz eğlenmeye başlasalar, kendilerini suçlu hissederlerdi.) Zorluklara bayılırlardı, başa çıkılmaz ipoteklerine, rüzgarlı Pazar günlerine bayılırlardı, sosyete yaşamını okumaya can atmaları, gece boyunca (“Köpeği şöyle bir yürütüp geliyorum hayatım,” –babası naylon yağmurluğunu düğmeler, şapka giymesin ama, lütfen Tanrım, buncacık çisentide bir de şapka giymesin- Parkinson başlayana kadar dönerim”) iki günde şöhret olmuş televizyon yıldızlarını iştahla seyretmelerinin, magazin dergilerini ellerinden düşürmemelerinin, Prens Charles’la Diana’nın televizyonda herkesin gözleri önünde evlenmeden önce birlikte olup olmadığını öğrenmek için kasvetli hayatlarından bir seneyi seve seve feda edebilecek olmalarının sebebi kendilerinin de bir gün zengin olmayı arzu etmeleri değildi, Tanrı göstermesin, fakirliklerinin tadını çıkarıp daha da fazla fedakarlık yapabilsinler yeter-”

Bir ara polisiye kitaplar alıyor, hiçbirini de gözü tutmuyor:
“…yok Maigret’ymiş, yok Miss Marple, yok Bond. Palavra. Acaba hiçbiri hayatında bir kez olsun gazete okumuş muydu ya da bir işe girmeye çalışmış mıydı?”

Hızlı ilerleyen, okudukça kahramanı gözünüzün önünde ete kemiğe bürünen bir roman Sevgili Mimi, psikoloji ağırlıklı polisiye seviyorsanız tavsiye ederim. Ha, Morris’e fena halde gıcık olacak, Mimi’nin saflığına/aptallığına da içiniz acıyacak söylemedi demeyin.

3 yorum:

gülçin dedi ki...

sevgili neo,
önceki yıl okuduğumda bana da çok değişik gelmişti bu kitap. şimdi devamı çıkmış (mimi'nin hayaleti), tanıtımlarından okuduğum kadarıyla Morris çıtayı yükseltmiş, sen d ebir bak istersen :)

sevgiler.

neo dedi ki...

sevgili gülçin,

tim parks'ın kader kitabını okumuştum, o da güzeldi. mimi'nin hayaleti'ni de gördüm, onu da okumam şart oldu bu durumda. morris'in hastasıyız :)

şimdi tepelitaklak diye bir kitaba başladım, ismi şahane diy mi?

sevgiler

gülçin dedi ki...

aaa evet ben çok şey okudum tepelitaklak'la ilgili. bi kuşmuş, gerçi görsem tanımam ama neşeli bi ismi var, sanki sakar ve kokoş bi kuşmuş gibi :)

sevgiler.