destinasyon: cumalıkızık


cumalıkızık icin cok erken saatte yola cıktık, yeni başlayan yenikapı-bursa feribotu "75 dakikada bursa" iddialı sloganıyla aklımızı çelmişti. hep boyle planlar yapan ama bunları başta üşengeçlik ve son anda çıkan aksilikler gibi turlu vesilelerle gerceklestiremeyen ofis ekibi olarak bu sefer cok kararlıydık. sonradan vazgecmeyelim diye kalınacak pansiyona kapora yatırıldı, feribot biletleri internette iki hafta onceden satın alındı vs. sonunda isyerinden uc arkadas ve o arkadaslardan birinin kız kardeşinden oluşan dört kafadar olarak yola çıktık. sonradan pansiyonda da konustuk bunu, tatile, sehayate cıkmak icin ideal sayı ya iki ya dört, asla üç degil. üc kisi cikiliyorsa muhtemel kombinasyonlar sonucu birinin yalniz kalma ihtimali yuksek, ama dört kisi olunursa genelde ikili bir uyum ortaya cikiyor ve kimse yalniz kalmiyor. "hadi yuruyuse cikalim" diyenlerle, "amaan ne guzel tembel tembel oturuyoruz şurda" diyenler ikili olarak eşleşiveriyor, kimse de kendini "üçüncü teker" gibi hissetmiyor.


destinasyon ne ola ki?
neyse efendim, yeni feribota bayıldık, pek bir lüks, pek bir teknolojikti kendisi. gerçi gidişte 75 dakika sözünü tutamayıp bizi 90 dakikada bursa güzelyalı iskelesine ulaştırınca, ne yalan söyleyelim hafif bozulduk ekip olarak... feribottan inince bursa merkezine gidecek otobüslerle ilgili bir karışıklık oldu, dövmeli, kirpi saçlı, "özgür genç" modunda bir delikanlı otobuslerden birini gösterip "bunun destinasyonu nedir acaba?" diye sorunca kendimizi emekli olup kendini seyahate vurmus öğretmen teyzeler gibi yaşlı hissettik :)

şehre küsen durak
güzelyalı'dan bindiğimiz otobüsün şoförü bizi şehrin girişi gibi görünen bir yerde bırakıp, buradan tramvayla devam etmemiz gerektiğini söyledi. biletlerimizi alip duraga çıktık, beklerken de durağın adıyla ilgili bir tartışmaya giriştik. tabelada "şehreküstü" yazıyordu, bir grup "hani böyle şehre uzak, hafif varoş tabir edilen (hiç de sevmem o kelimeyi) bir yer ya, o manada şehre küstü"dür derken, kalan yarımız "yok canım, böyle sosyal içerikli bir manası olamaz, şehrek diye yerel bir şey var, onun üstü anlamındadır" diye sürüp giden bu manasız tartışma tramvayın gelişiyle sona erdi. tramvayla bir 15-20 dakika gittikten sonra cumalıkızık minibüslerinin kalktığı durağa ulastik. oradan da yarım saatlik bir yolculuk sonunda 700 yıldır bizi bekleyen :) cumalıkızık köyüne vardık.

meydanda minibüsten iner inmez japon turistler gibi fotoğraf çekmeye başladım. baştan çekmeye başlamaz, "çok güzelmiş ama sonra çekerim" diye ertelersem direkt üşenmeye başlıyor, sonradan da pişman oluyorum. meydandan kısacık bir yürüyüşle kalacağımız konak pansiyona ulaştık, ben gördüğü her şeyi çekmekle meşgul bir kentli olarak geride kaldım biraz, uzaktan konağın kapısına bakıp, arkadaşları kapıda bir eşeğin karşıladığını görünce de hemen deklanşöre bastım! bir yandan "köy diyorduk ama bu kadarı da fazla yahu" diye yürümeye devam ettim ve konağa yaklaşınca o eşeğin fiberglastan yapılmış olduğunu anlayıp kendimden utandım. tamam uzağı iyi göremiyorum ama bu kadar da saçmalanır mı yahu? artık köye nasıl beklentilerle gelmişsem :)

konak golgeli bir bahçesi, efil efil esintili genişçe bir balkonu, birbiriyle uyumsuz çeşitli objelerle dolu odalarıyla tipik bir ahşap ev. çalışanlar bizi büyük ilgiyle karşılayıp hemen balkona aldılar. balkon diyorum ama aslında iki tarafı açık, sıra sıra odaların önündeki bir tür veranda gibi bir yer. balkona ayakkabılarınızı aşağıda bırakıp çıkıyorsunuz, sanki yaz tatilini geçirmeye köydeki teyzenizin evine gelmiş gibi bir hisle çıkılıyor yukarı :) sonra da ışık hızıyla servis yapan, çekirge gibi zıplayan hüseyin amca'ya emanet ediyorsunuz kendinizi "açız biz" diye, o da artık allah ne verdiyse masayı donatıyor. (burada neler neler yediğimizi ayrıntılı anlatmayayım :) hersey elinizin altında, boşalan çay bardakları anında yeniden doluyor, istediginiz herhangi bir şey hemencecik hazırlanıp önünüze konuyor. tabii bunda sezonun yeni başlıyor olması, haftaiçi gitmiş olmamız da etkili. huseyin amca "kızlarıma çay vereyim, kızlarıma patates kızartayım" diye fır dönüyor etrafımızda. bize de "ay! ne iyi ettik de geldik" muhabbeti yapıp, aşağıda bahçede gözleme yapan teyzeyi kontrol etmek ve bir an önce acıksak da yesek diye sabırsızlanmak kalıyor.

devam edecek...


cin aralığı, tv dizilerinin köylüler üzerindeki etkisi, tekinsiz rehberimiz gelecek yazıda...

2 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Dünden beri "efil efil esen balkon" olarak tanımladığınız yerin adını hatırlamaya çalışıyorum. "Hayat" onun adı mıydı? Tire'de çok güzel bir tahta konak gezmiştik, zamanında. Anlattığınız ev-konak, onu getirdi, gözümün önüne.

neo dedi ki...

evet evet, dogru hatirladiniz, hayat deniyor o bölüme. bkz tdk sözlüğü:

hayat: Genellikle köy ve kasaba evlerinde, üstü kapalı, bir veya birkaç yanı açık sofa. sundurma, balkon.