anneannem’in yeşil döpiyesi


bir tomar anahtarı vardı, geceleri kalkıp dolaştığını anahtarların şıkırtısından anlardım. Gecenin en sessiz yerinde, ayaklarını yerde hafifçe sürüyerek odaları gezer, kilitli olup olmadıklarını kontrol ederdi. Yalnız odaları değil, dolapları da; gardırobu, televizyon dolabını, büfeyi... bazen uyanıp tuvalete gider ve kapısını kilitli bulurdum, yarı karanlıkta odasının kapısı önünde durup yavaşça seslenirdim, “anneanne, anneanne tuvaletin kapısını açar mısın?” uyanırdı hemen, şaşırırdı kapının kilitli olmasına, “hay Allah, onu da mı kilitlemişim” diye, açardı hemen.

İlk belirtiler böyle başladı sanırım, dedemi kaybettikten sonra tuhaf şeyler yapmaya başladı anneannem, aslında tuhaf olduklarını büyüdükçe anladım. Anahtar hikâyesi ortaya çıktığında tuhaftan ziyade eğlenceli bulmuştum oyuna hevesli çocuk aklımla. Evde her şeyi kilitler olmuştu, birilerinin eve girdiğini, eşyalarına, kendisine zarar verdiğini söylüyordu. Gardırobu açıp elbiselerini sayıyor, çıkan sayıyı mürekkepli bir kalemle dolabın kapağının içine yazıyordu. Annem kahvaltı hazırlarken çay bardaklarını almak için dolabın kapağını açınca, kargacık burgacık harflerle yazılmış “12 çay bardağı, 20 tabak, 15 kaşık” yazılarıyla karşılaşıyordu. Bazı sabahlar uyanıp sızlanmaya başlıyordu, “dün gece beni dövmüşler, her yerim ağrıyor, bakın kollarım mosmor” diye, yaşlandıkça damarları belirginleşen kollarını gösteriyordu. Annem endişeleniyor ama belli etmeden onu yatıştırmaya çalışıyordu, hiç olur muydu öyle şey, gece kim, nasıl girecekti eve, hepimiz buradaydık, kimse ona bir şey yapamazdı.

Apartmanın arka tarafı başka apartmanların da bulunduğu bir bahçeye bakıyordu. Arka odanın camından karşıdaki dairelere bakıp, orada iki kadının yaşadığını, sürekli kendisine baktıklarını bazen de perdeyi sallayarak işaret verdiklerini söylüyordu. Zaten mutfak penceresine de bir gece bir adam gelip “konmuştu”. Gece eve girenler, elbiselerinin kumaşlarını birbirine sürterek tüylendiriyor, mantolarını giyerek eskitiyordu.

O zamanlar bakkalda satılan küçük not defterlerinden almıştı, bazen oyuna ara verip eve geldiğimde onu kıymetli şeylerinin durduğu dolabın önünde oturur bulurdum. Dolabın içindekileri tek tek çıkarır, defterlere kaydederdi. Ağzında, külü uzayıp neredeyse yere düşmek üzere olan Maltepe sigarası, başının etrafındaki dumanlar ve pür dikkatiyle bir hazine dairesinin bekçisi gibi görünürdü. Fazla dayanamaz, yanına koşup “anneanne, anneanne sigaranın külü uzamış!” diye bağırırdım, sesimle irkilip şaşırır sonra nerede olduğunu yeni hatırlamış gibi “öyle mi olmuş kızım, hay Allah” diye güler, külü avucuna alıp yanındaki kapaklı kül tablasına boşaltırdı. Sanki bunu söylemek benim görevimdi, anneannem sırf ben bunu söyleyeyim diye külünü uzatıyordu öyle...

Defterlere yalnız eşyaların adlarını ve sayılarını değil, akrabalarının da adlarını yazıyordu. Kim kimin kızı, oğlu, şu anda neredeler vs. Fotoğrafların arkaları da yine anneannemin o tanıdık yazılarıyla doluydu. annem yaz tatilinin sonunda onu bize götürmek istedi ama ikna edemedi, kendi evimdeki rahatımı bulamam diyordu. Tatlı-sert, dediğim dedik bir kadındı, istemediği bir şeye ikna etmek kolay değildi.

Bir sonraki yaz tayini çıktı babamın, bizi eskişehir’e bırakıp şark hizmetine gitti, kardeşim bebekti, bizim okullarımız vardı, bizi oralara sürüklemek istemiyordu. Anneannemin yanına yerleştik, hem o yalnız kalmazdı hem de bizim başımızda bir büyük olurdu ama olmadı. Anneannem görmeyeli hırçınlaşmıştı, evdeki düzendeki en ufak bir değişiklikten huzursuz oluyor, annemle kavga ediyordu. Karşı komşunun kocası kendisine bir kötülük yapacak diye şüpheleniyor, herkesin kendisi hakkında konuştuğunu sanıyordu. Bir de Mızrak diye birinden bahseder olmuştu. Mızrak bir gün onu almaya gelecekti, çarşıdan pazardan eve döndüğünde “Mızrak geldi mi” diye soruyordu.

Büyük dayım (anneannemin erkek kardeşi), aslında rahatsızlığının dedem hayattayken başladığını, birlikte doktora gittiklerini, ilaç kullanmaya başladığını anlatmıştı. Ama sonradan ilaçları bırakmış, bir daha da doktora gitmeye razı olmamıştı. Komşular her zaman büyük bir saygıyla baktıkları, elinden her iş gelen, becerikli, sapasağlam kadının şüpheci, huysuz, giderek daha az yemek yapan, ev işlerine ilgisini kaybeden birine dönüşmesini üzüntüyle izliyordu. Annemin onlarla dertleştiğini, ne yapacağını bilemediğini söylediğini hatırlıyorum. Doktora gitmeye razı edemiyorduk, anahtarlarla dolaşan, tuhaf defterler tutan ve sigaranın külü uzamış deyince gülen anneanne, giderek evdeki varlığımızdan rahatsız olan, bağırıp çağıran birine dönüşmüştü.

Sonunda yanından taşınmak zorunda kaldık, fazla da uzağa gitmeden yakınlarda bir yer kiralandı. Sık sık uğrayıp yokluyorduk, her gidişimizde yeni hikâyeler anlatıyordu. Belediyenin kendisinden artık elektrik, su faturalarını almadığını söylüyordu, başkan bizzat gelip konuşmuştu. “Polislik” verilmişti kendisine, mahalle karakoluna gitmiş, herkes ona çok iyi davranmıştı. Biz “anneanne faturaları yatırmak lazım, elektriğin suyun kesilir sonra” diyorduk ama dinlemiyordu pek. Bir gün yeşil kumaştan bir döpiyes dikmek istediğini söyledi, polisti ya artık, ona göre giyinmeliydi. Ne kadar ısrar ettiysek de dinlemedi, birkaç gün sonra kendi diktiği –dikişte çok becerikliydi- haki yeşil döpiyesle açtı kapıyı bize.

Artık pek bir şey diyemiyorduk da, hemen sinirleniyordu, babam emekli olup dönmüş, geçici olarak kiralanan evden daha büyük ve yeni bir yere taşınmıştık. Eski mahallemize uzaktı biraz, daha seyrek gidebiliyorduk anneanneme, bu rahatsızlığının üzerine bir de göz tansiyonu çıkmıştı. Doktora gidildi ama çabuk ilerledi hastalık, giderek daha az görür oldu. Bir gün okul çıkışında kapısını çaldım, uzun bir süre açmadı, sonra koridordan tanıdık ayak sesleri geldi ama çok yavaş hareket ediyordu, sonunda kapıyı açtı, ama ifadesiz ve boş bakışlarla bana değil başımın üzerindeki bir noktaya bakıyordu. “Anneanne ben geldim” dedim, “iyi misin?” “Sen miydin, gel” diyerek içeri aldı beni. Kıştı, hava erken kararıyordu, ışıkları yakayım dedim ama yanmadı, elektrikler mi kesik dedim, cevap yerine bir şeyler mırıldandı. Yarı karanlıkta koridorun duvarlarındaki kara lekeleri fark ettim, is lekeleriydi, gözleri giderek daha az görmeye başlayan anneannem evin içinde mumlarla dolaşmaya başlamış, elektrikler de kesilince o boş ev iyice karanlığa gömülmüştü. Durumun vahameti ortaya çıkınca alelacele anneannemin yanına taşınıldı.

Bir süre sonra gözleri iyice görmez oldu ama görmediğini hiç kabullenmedi, sanki bir süredir zaten içinde olduğu ama bizim göremediğimiz bir dünyaya geçiş yapmıştı. Sadece ona görünen birileriyle sohbet ediyor, gülüyordu. Annesiyle konuştuğunu söylüyordu, nasıl görmüyorduk, orada oturuyordu işte, zaten dün gece hep birlikte şuradaki kapıdan geçip mekke’ye gitmişlerdi.

Şimdi böyle yazınca trajik bir etki yaratıyor, trajikti de ama komik yönleri de vardı, nadirdi ama onlar da yazılmalı. Neşeli olurdu bazı günler, şarkılar söyler, hikâyeler anlatırdı. Son zamanlarına doğru annemin onun kızı olduğunu kabul etmemeye başladı, annem onun ablasıydı, biz onun nereden anneannesi oluyorduk, ona abla deseydik ya! Zaten yakında evlenecekti, bir doktor vardı onu isteyen. Gözleri görmüyordu ama o zamanlar birbirimizden hiç ayrılmadığımız lise arkadaşım bize gelince sesinden tanıyor, “bu şişko kızı ne besliyorsunuz, kocası yok mu bunun?” diye söyleniyordu. O aralar kilo vermeye çalışan arkadaşım da “anneannen bile görüyor kilolarımı” diye dertleniyordu.

Biz yanına taşındığımızdan beri, evi onun olmaktan çıkmıştı zihninde, başka bir yerde olduğunu sanıyordu. “Evime gidicem ben” diye tutturuyordu, etrafta bulabildiği eşyaları koltuğunun altına kıstırıyor, kapıyı arıyordu. Çok zor ikna ediyorduk, annem ilgisini başka şeylere çekmeye çalışıyordu, “çayımızı içelim, gideriz” diyordu, çay deyince çocuk gibi kanıyordu hemen, çok seviyordu çayı...

Gözleri görmez olduktan yedi yıl sonra kaybettik anneannemi. Son bir yılında ben İstanbul’a gelmiştim, her tatilde eve gitmeye çalışıyordum, yıllardır evinde olduğuna bir türlü inandıramadığımız anneannem tanıyordu sesimi, “sen mi geldin, hoş geldin hoş geldin” diye sarılıyordu. “Ben de evime gidicem, hava biraz aydınlansın” diyordu. Sonunda gitti...

Birkaç yıl sonra erkek kardeşi de hastalandı, kızının dediğine göre o da son zamanlarında “evimize gidelim” diye tutturur olmuş. “Evdeyiz zaten babacığım” dedikçe, “yok yok evimize gidelim” diye ısrar ediyormuş. Dayımı da kaybedince en büyükleri anneannem olan beş kardeşten geriye kimse kalmadı. Şimdi, ondan önce “evlerine” gitmiş kardeşleriyle buluştuğunu hayal ediyorum anneannemin; anahtarları ve yeşil döpiyesiyle “evinde” huzurla dolaştığını...

13 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Neocuğum,

İnsanı hüzünlendiren, düşündüren bir hayat dönemecini anlatmışsın.

Anneannenin hikayesini okuyunca diledim ki; "evlerine gitmek isteyen" yaşlılarımız sevdikleriyle buluşmuş ve mutlu olsunlar.

endiseliperi dedi ki...

ne kadar güzel bir "hikaye" neolitik hanım. öyle güzel anlatmışsın ki. birazcık da ağladım. neye ağladımı da bilmiyorum. çok ama çok güzel.
aferin sana!

Elif Derviş dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Elif Derviş dedi ki...

çok hüzünlendim okurken...birkaç yerde birden ağlamaklı oldum...peri benden önce davranıp söylemiş bişe...bu çok güzel anlatımlı bir hikaye, ve onu bunca hüzne boğan da gerçek olması... mutludur şmdi anneanneniz olduğu yer her neresiyse, ben yürekten inanıyorum buna...

Elif Derviş dedi ki...

bişe, bile olacak, pardon...

kecilerin cobani dedi ki...

neolitikhanimcim,
ustteki yorumlara katilmadan edemeyecegim.
daha once de demistim, yilmam yine derim... yazilarinda insanin icine isleyen bi yon var. Cagdas edebiyatin guzel alintilari diye neden derslerde gosterilmesin ki bu guzel yazilar.
ı ııh, hic de abartmiyorum.

gülçin dedi ki...

çok içe dokunan, çok gerçek bir hikayeydi.sağolasın neolitik hanımcığım. bence neredeyseler, mutludurlar. yalnız değiller çünkü.

Ağaçkakan dedi ki...

Çok güzel anlatılmış hüzünlü bir hikaye... Dedeciğimi düşündürdü bana.
Bu arada eski yazılarınıza da bir göz gezdirdim de Tom Robbins'i görünce dayanamadım. parfümün Dansı gelmiş geçmiş en güzel aşk romanıdır bence. Sıska Bacaklar da güzel. Yeni bir kitabı çıkmış Ayrıntıdan...

Adsız dedi ki...

ben bugun durup durup aglamistim zaten neolitik hanim. oyle apacik bir nedeni yok. anneannenin hikayesi sebep oldu bir daha agladim. nur icinde yatsin. cok guzel anlatmissin gercekten.

endiseliperi dedi ki...

neolitik hanımcım, nasılsın? taşınma telaşında mısın? çok kolay gelsin.

elektra dedi ki...

neolitik hanım, ne güzel yazmışsın.ne güzel anlatmışsın. ufff, dağıldım cidden, çok dokundu.

düşünmeden edemedim, psikiyatrik değil de,nörolojik bir sorun gibi geldi bana.sonrasında görme yetisini de kaybetmesi falan , sadece göz tansiyonu değildir belki de. okurken, yaşlılıklarına tanık olduğum ve sonrasında kaybettiğim babaannemi ve anne tarafından dedemi düşündüm. özledim onları. babaannem mesela, emekli maaşını bir küçük üstten çıtçıtlı cüzdanda saklar, hep sayardı. ve evet, kuşkucuydu parası söz konusu olduğunda.

dedem de, çocuklarda sıkça görülen paranın elde yarattığı çokluğa takılmıştı son zamanlarında. yani, yüksek değerde kağıt para yerine, toplasan bir halt etmeyen bozuk paralarını severdi, ona bozuk para götürüldüğünde çok sevinirdi.

yaşlılar ne hüzünlü. ne acı ve ne zor bir şey ölümlülükle yüzyüze, burun buruna olmak.

sonra hakan'ın büyükbabaannesi ile ilgili olarak anlattığı bir hikayeyi hatırladım. ben gelinleri olduğumda yaşamıyordu. tanıyamadım. hakanlar abhazya sürgünü bir sülaleden. büyükbabaanne buraya gelince Türkçe öğrenmiş, ama yaşlanıp ( ki hepsi 100'lü yaşlarına yaşlılık diyorlar) bellek zayıflayınca, sadece abhazca konuşmaya başlamış. hakan köyde olduğu bir gün, büyük babaannenin yattığı odadan gelen garip sesler duymuş, endişelenip içeri baktığında büyük babaanneyi yatağın üstünde abhazca şarkılar söyleyip dans ederken bulmuş. kendisinin köyde bir düğünde olduğunu söylüyormuş. hakan, son günlerinde onu konuşturup masallar, şarkılar, ninniler, efsaneler anlattırıp söyletip teybe kaydetmiş. ama sonra kaybetmiş bu kayıtları.

bütün bu anlattıkların sonunda bir de şunu düşündüm. büyüme sürecinde bir çocuğun, ölme sürecinde bir yaşlıyla hayatını paylaşması, çocuk açısından hem çok zor, korkutucu hatta;ama hem de çok önemli ve hayatı doğru yere koymayı sağlayan bir deneyim. ne oluyor bu deneyimin sonunda diye sorarsan, işte, neolitikhanım oluyor, derim sana:)
çok yazdım değil mi? ama sen de kışkırttın:)
şu anda yeni evindesin muhtemelen, güle güle otur.

Adsız dedi ki...

Ben de yazınızı okuyunca canım ananemle dedemi hatırladım ve özledim yine (ki bunu yapmadığım günler çok az)..Onlar bambaşka olur ne anneye benzer ne babaya ne kardeşe ne kocaya ne de arkadaşa..Onlara kızılmaz küsülmez..Yaşlılık aynı sizin ananenizde olduğu gibi onalrı biraz farklı etkilese de zaman zaman onlar biriciktirler ve çok özlenirler..

neo dedi ki...

ekmekci kız,

dileğine yürekten katılıyorum. aslında yazarken bu kadar hüzünlü olacağını tahmin etmemiştim ama bu aralar hayatımın hakim rengi hüzün...

***

peri,

senden aferin almak çok mutlu etti beni, daha ne isterim. ben de birazcık ağladım yazarken.


***

köşenin delisi,

uzun bir zamandır vardı anneannemi anlatmak fikri, şimdi biz bu yazıyla andık ya onu hissedip mutlu olmuştur belki.

***

kecilerin cobani,

mahcup oldum yazdıklarını okuyunca, çok da hoşuma gitti.

***

gülçin,

yazıyı begendigine cok sevindim. mutludurlar umarım, huzurludurlar..

***

ağaçkakan,

parfümün dansı beni de çok etkilemişti, okuyalı epey zaman oldu bir daha dönüp bakmalı. sıska bacakları henüz okumadım ama merak ediyorum. yeni çıkan kitabı şu an elimde, henüz başlardayım ama klasik robbins, hayalkırıklığına uğratmıyor hiç..

***

pelin,

oluyor bazen öyle "sebepsiz hüzünler".. yazıyı beğenmene çok sevindim.

***

elektra,

anneannemin daha yazılacak çok hikayesi var aslında, parayla ilişkisi mesela, "babaannem kuşkucuydu parası söz konusu oldugunda" demişsin ya, anneannem de üzerinde taşırdı hep maaşını, sürekli sayardı. zamanında yokluk yaşadıkları için o kuşakta büyük bir güvensizlik vardı sanırım..

abhaz büyük babaannenin hikayesi müthişmiş, keşke kayıtlar çıksa bir yerlerden. ben de keşke zamanında seslerini kaydetseydik derim hep, insan bu bilince çok sonradan varıyor işte.

çocukların yaşlılarla birlikte büyümesi meselesi üzerine düşünmemiştim hiç, dediğin gibi hayatın döngüsünün farkına erken varıyorsun. bir süre babaannem de bizimle yaşadı, onu da anlatırım bir gün...

yeni evimdeyim evet, bu apartmanın da arka tarafı ağaçlık, hatta bu sabah erkenden kalkıp camdan baktım da bir küçük yağmur ormanı sanki, bir tek ağaçların üzerinde tukanlar ve papağanlar eksik :)

(çok yazmak ne demek, sonsuz yerimiz var burada)

***

gözde,

dedigin gibi onlara kızılmaz, küsülmez. onlar da çoğu zaman size kızıp küsmez zaten, en güzel onlara şımarılır, nazlanılır. ve de dediğin gibi en çok onlar özlenir.