Mimarinin yaramaz çocuğu: Hundertwasser
(başlık klişe ama yazı fena diyil :)



“Kiralık dairede oturan biri, penceresinin dışına sarkıp, kolunun erişebildiği yere kadar duvar sıvasını kazıyabilmelidir. Ve yine eline uzun bir fırça alıp, dışarıda kolunun uzanabildiği yere kadar her yeri boyamasına izin verilmelidir. Böylece sokaktan gelip geçen herkes, orada hapsedilmiş, köleleştirilmiş, standartlaştırılmış birinden farklı biri yaşadığını görebilir”.

Bu sıra dışı fikir, yapıtları kadar ilginç bir ada sahip olan Avusturyalı mimar ve heykeltıraş Hundertwasser’e (1928–2000) ait. Tam adı Friedensreich Regentag Dunkelbunt Hundertwasser olan mimar, soğan biçimli kubbeleri, içinden ağaçlar fışkıran rengârenk apartmanları, spiral formların bolca kullanıldığı resimleriyle tanınıyor. Asıl adı Friedrich Stowasser imiş, sonradan kendine isimlerden isim beğenerek bir sürü ad benimsemiş ve Hundertwasser olarak tanınmış.

En bilinen yapıtı bugün Viyana'nın simgelerinden biri haline gelen “Hundertwasserhaus”. Düşük gelirli insanlar için tasarladığı toplu konut niteliğindeki binanın çatısı toprak ve çimenle kaplı, renkli, cümbüşlü bir dış cephesi olan binanın pencerelerinden ağaç dalları görünüyor. Ayrıca apartmanın etrafındaki taş döşeli kaldırımlarda da hafif engebeler var. Hundertwasser “engebeli zeminlerin ayaklar için melodi” olduğunu söylüyor. Binanın tasarımından para almayan mimar, "çirkin bir bina dikilmesine mani olmak için buna değdiğini” ifade etmiş. Ben de kendisiyle ilk kez bu enteresan binanın resimlerinin olduğu bir takvim vasıtasıyla karşılaştım. Birkaç yıl önce Viyana’ya bir toplantıya giden bir arkadaşımın getirdiği takvimde, Hundertwasserhaus’un dört ayrı mevsimde çekilmiş şahane fotoğrafları vardı. “Amanin kim yapmış bu çılgın apartımanı” diyerek peşine düşünce, dünyanın başka şehirlerindeki binalarını, resimlerini, heykellerini ve mimari konusundaki “aykırı” fikirlerini keşfettim. 2006 yılının Mayıs ayında da o meşhur apartmanı bizzat gidip görmek ve engebeli zeminde yürüme fırsatım oldu. Topu topu iki günüm vardı şehirde, onun dörtte birini Hundertwasserhause ve civarında geçirdim, bol bol fotoğrafını da çektim ama hava bulutlu olduğundan (Avrupa hep güneşlidir halbuki diy mi :P) binanın etkileyiciliğini pek yansıtmadılar.


Hundertwasser’in sanat anlayışı orijinal, ele avuca sığmaz, bazen de şok edici olarak tanımlanıyor. Yapıtlarındaki çevreci yaklaşım ve insanın doğayla etkileşimine yaptığı vurgu hemen göze çarpıyor. 1972’de yayınladığı bir manifestoda binalarda ağaç yetiştirmenin bir mecburiyet olması gerektiğini savunarak, insanın tabiatın misafiri olduğunu ve buna uygun davranması gerektiğini söylüyor.

Mimari yapıtları Antoni Gaudi’yle karşılaştırılan Hundertwasser’ın, ressam Egon Schiele’nin ilk dönem çizgilerinden de etkilendiği biliniyor. Sanatçının karşılaştırıldığı bir başka isim de ünlü ressam Gustav Klimt. Sanat anlayışını -Türkçe'ye doğru bir şekilde çeviremeyeceğimden emin oldugumdan hiç kalkışmadığım- “transautomatism” olarak ifade eden Hundertwasser sanatçının kendisinden çok, sanat eserini görenin/izleyenin tecrübesine odaklanıyor.



Hundertwasser'ın tasarımları 1973’te yerleştiği ve “evim” olarak nitelendirdiği Yeni Zelanda’da bayraklarda, pullarda, bozuk paralarda, okullarda, kiliselerde hatta umumi tuvaletlerde (yazarken fark ettim, ne fena bir tamlamaymış bu!) bile kullanılmış. Yeni Zelanda için bir bayrak tasarlayan mimar, nereye giderse gitsin evinin orası olduğunu söyler ve saatini Yeni Zelanda saatine ayarlı bırakırmış. 2000 yılında seyahatten evine dönerken gemide hayatını kaybeden Hundertwasser, evinin bahçesinde lalelerin altına gömülmüş.



Daha uzun uzun yazılır aslında, Hundertwasser (bu arada Almanca “yüz su” manasına geliyor) renkli bir kişiymiş, sıkıcı, tekdüze toplu konut mimarisini eleştiren, çevreci mesajları olan birinin, muhafazakârlığa mesafeli yaklaşacağı sanılır ama Thatcher'ı beğenir, Hıristiyan Demokratları desteklermiş. Olsun, yine de o soğan kubbelerinin, helezoni desenlerinin, renk renk mozaiklerinin hastasıyız :)

Çok alakasız belki ama -absürtlükte sınır tanımayan hayal gücüm sağolsun- Hundertwasser’in Laz bir müteahhitle İstanbul’da bir ev inşa etmeye çalıştığını hayal ettim birden: "Mimar efendi, ha bu kubbe nereyedur daa! :)

not: bu yazı wikipedia, artchive.com gibi sitelerden bolca yararlanılarak yazıldı. ikinci fotograf neo'nun, digerleri wikipedia'dir, allposter'dir, oralardan alindi.



5 yorum:

teyzenteyfik dedi ki...

Harika bir yazi!
Cok egitici :)
Ben senin verdigin ön bilgiler isiginda biraz daha tanimaya devam ederim artik bu adami.


Saygilar

endiseliperi dedi ki...

Oooo neolitik hanım'cığım, sizi gördüğüme ne çok sevindim. yazı gerçekten harika ve gerçekten de eğitici. tesadüf bu ya, gülçin de bugün bana hareketli resimler göndermişti ve orada 'hayatı renklendirin' sloganı ile siyah beyaz fotoğraflar ve onların, renkli ışıklı halleri arka arkaya slayt halinde geçiyordu. bana, elimin uzandığı yerleri boyamak isteten ikinci şey(?) oldu bu. bizde ev ne ciddi bir şey değil mi? oysa sanki içgüdülerine ve doğaya uygun olarak yapılıverilecek bir şey ev.

şu, içinde ağaç yetişen ev şartı ne güzel! daha önce bahsettim mi bilmiyorum, hafızam öyle berbat ki, bir şeyi defalarca tekrarlayan yaşlılara döndüm artık. çok eskiden cihangir'in ara, dar, tıkış tıkış sokaklarından bir eve davetliydik. çok düzayak, sıradan bir apartman kapısından girdik. inanamazsın, öyle şaşırtıcı, öyle güzeldi ki ev. içinden bir sürü alt kata, üst kata giden merdivenler vardı ve evin tam ortasından kocaman bir ağaç gövdesi uzanıyordu. mimar ve dekoratör bir ekip tarafından hazırlanıyordu ev, hem çok şık hem çok orijinaldi. ev sahibi kız cheesecake yapmıştı ve ilginç,mavi, huni şeklinde çaydanlığında çay demlemişti. biz arçil'le en aşağı katta, gövdenin en kalın olduğu yerde takılmıştık. büyüleyici bir evdi ve o ev benim olsun isterdim gerçekten. o kadar büyük ve sürpriz dolu alanları olması korkutucuydu gerçi. ve benim korkaklığım hafızamın berbatlığı ile yarışır.

bir de şey hoşuma gitti, toprak ve çimli çatı; çok hoş fikir. bazı romantik filmlerde çatıya bir sürü bitki filan ekiyorlar ve çocuk kızı yıldızları seyredelim diye çatıya çıkardığında kız çok şaşırıyor böyle bir güzelliğe ve çocuğun bunları yapacak kadar hoş biri olmasına. bizim memlekette çatı süslemeciliği ile ilgilenen ne kadar erkek vardır sorarım sana:)eh işte, seçimini, okumuş ve fakat mümkünse şu şu alanlarda okumuş olsun ki konuşması heyecan verici olsun dediğin adamlar arasından yapman gerekir. atıyorum şimdi, kendini japon uçurtma sanatına, efendime söyleyeyim mor çiçekli sardunya yetiştirmeye, ortaçağ engizisyon mahkeme tutanaklarını okumaya adamış kaç kişiyle tanışabilirsin? sıfır! ama bunların da bir şekilde seri katil çıkma olasılıkları var. seri katil deyince, şimdi no country for old men filmini izledim coen kardeşlerin; gerçekten iyi film. fargo'yu çok anımsatıyor yer yer.

şimdilik bu kadar neolitik hanım'cığım.

sevgiler çok.

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Neocuğum,
Gaudi'yle tanışmıştım da Hundertwasser'in yakınından bile geçmemişim. Sayende tanıştım. Ne kadar ilginç bir insan ve sanatçı imiş.
Ölümüyle bile...
Teşekkürler, emeğin için.
:))

neo dedi ki...

teyzen

begendigine çok sevindim. Yazıda da dediğim gibi daha bir sürü şey yazılabilirdi hakkında. enteresan bir şahsiyetmiş kendisi :)

benden de saygılar.

...

oooo pericigim :) ben de seni gördüğüme pek sevindim. bu ıssızlık anlarında sesin buralardaydı hep ve beni cok mutlu etti.

bizim memleketteki evlerin ciddi, sıkıcı halleri beni de düşündürmüştür hep. neden daha renkli olmasın halbuki? ankara'da bir arkadaşım terasını bahçeye dönüştürmüştü. dev bir saksıda bir tür dut ağacı bile vardı. (seri katil de değildi üstelik :)

no country for old men'i izlemedim henüz, evde film kalmadi dogru dürüst, beşiktaş'a gidip almalı. atonement'i finalinden ötürü sevmemiş degilim de, anlatımı sıkıcı geldi bana. mutlu sonlara bayılmakla birlikte, hollywood dışı beklenmedik sonlarla biten filmleri severim ben (bkz painted veil). kitabını okumustum bir de ben atonement'in, onu okumasam belki daha cok sevebilirdim. kitaptaki sürükleyiciliği ve anlatımdaki seriliği, filmde bulamadım.

şimdi haruki murakami'nin zemberekkuşu'nun güncesi'ni okuyorum, çok başındayım ama sevdim hemen. benzetmeleri, tasvirleri çok severim ya ben, kitapta bir sürü var:

"Bu ilkyaz güneşinin sıcacık ışınları, başımın üstündeki dalların gölgesini yer yer toprağa vuruyordu. Hiç esinti olmadığından bu kıpırtısız gölgeler, yere yapışmış uğursuz lekelere benziyordu. Ortalık öyle sessizdi ki, güneşin altında, otların soluk aldığı duyulacaktı neredeyse. Bir Ortaçağ gravüründen fırlamış gibi duran pırıl pırıl, birkaç küçük beyaz bulut gökte yüzüyordu."

"Kız, kola bardağını sallayınca içindeki buzlar, tıpkı bi sürünün çıngırakları gibi yankı yaptı."

bitireyim de yazarım sayfaya. sen ne okuyorsun bu ara? (paul auster'i (brooklyn çılgınlıkları) bitirdim bu arada ama sevmedim pek, onun da bir çağı var sanırım ve geçti benim için sanki. murathan mungan gibi...)

böyle işte pericim.

öptüm.

...

ekmekci kız,

tam yorumlara cevap giriyordum baktım, sen de yazmissin :) hundertwasser pek duyulmamış biri gerçekten de. bende böyle daha ne adamlar var deermişim ;)

Ugurcan dedi ki...

Yazınızı çok beğendim. Fotoğraflar arasında spiral şeklinde olan bina Almanya'da Darmstadt'ta, adı da Waldspirale. Bunun yanında yine Almanya'da Magdeburg ve Plochingen'de birer Hundertwasserhaus daha bulunuyor. Linklerini aşağıya kopyalıyorum. Ben de ufak blogumda Darmstadt'ı anlatırken müsadenizle sizin yazınıza bir link kondurdum:)

http://egosciente.files.wordpress.com/2009/10/magdeburg_hundertwasserhaus.jpg

http://www.landkreis-esslingen.de/servlet/PB/show/1194949_l1/Plochingen%20Hundertwasser.jpg