neo'nun eve dönüş yolu dilemması



efenim bildiginiz üzere yıllarca çektiğim boyacıköy-taksim hattı trafik eziyeti, sonbaharda gümüşsuyu'na taşınmamla birlikte sona ermişti. lakin insanoğlu hakikaten nankörmüş, ben bugün bunu gördüm :) ofisten normalde altı bucuk-yedi gibi çıkıyoruz, eğer o saatlerde milletle birlikte çıkarsam yarım saatte evde oluyorum. ama bazen üzerime öyle bir üşengeçlik çöküyor ki o yol gözümde büyüyor. iki alternatifim var: ya aşağı tophane'ye yürüyorum, tramvay'a binip iki durak sonra kabatas'ta iniyor ve de gümüssuyu'na cıkıyorum ya da istiklal caddesinden taksim'e, ordan da gümüşsuyu'na yürüyorum. hava karardıktan sonra tophane'ye inen sokaklarda beliren tekinsiz tipler, insana birazdan bir film-noir kahramanı olabilirsin duygusu yaşattığından pek tercih etmiyorum. istiklal caddesi'nin hep aynı müzikleri çalan dükkanlarından da yılmış vaziyetteyim.(böyle parizyen, romantik havalar, sanki artık beyoğlu'na kravat ve şapkayla çıkan, tayyörleriyle piti piti yürüyen şık hanımlar var da, kime çalınıyor anlamıyorum, kuruyemişlerin bile fotoğraflarını çeken capon turistlere herhalde, peh! bu arada parantez uzayıp gidiyor ama agos gazetesinde bir reklam gördüm, "cemil ipekçi ve katya şapka'nın eski çalışanı figen minaoğlu şık tasarımlarını birleştirerek göze ve zevke hitap ediyor"larmış. tayyör fiyatı 3 bin euro [şapka dahil], gelinlik 6 bin euro imiş. tayyör giyen kalmadı sanıyordum ama baksanıza şapkalısı bile halen dikiliyormuş. benim bilmediğim bir paralel evrende bir istiklal caddesi daha var belki de, orda millet böyle şapkalı, tayyörlü, romantik müzikler eşliğinde dolaşıyor, bana da birbirini ite kaka yürüyen grupların, cevval anketcilerin arasından hızlı hızlı yürümek düşüyor.)

neyse işte, her akşam çıkış saati yaklaştıkça, bu akşam nereden gitsem ikilemi içine giriyorum, vakitlice çıkabilirsem -ki bu pek nadir oluyor- hava tam kararmadığından, tophane'ye iniyorum, hoop 15 dakkada evdeyim. kitap okumuyorum pek, çantadan çıkarıp başlayana kadar fındıklı durağına gelmis oluyor tramvay. ben de müzik dinliyorum, artık stereo bluetooth kulaklıgım da var, cep telefonuma daha geniş kapasiteli bir hafıza kartı aldım, kulaklık kablolarına dolanmadan rahat rahat cepten mp3 dinliyorum. benim blogu okuyan, böyle örgüydü, ekmek yapmaydı, kediydi mevzuularını görüp, beni "martha stewart-emine beder" arası bir tip sanabilir ama yok, benim teknolojiyle aram iyidir, çoğu zaman sıkıcı mevzular olarak algılandığından bahsetmiyorum burda. yoksa size kablosuz iletişimin inceliklerini, en son çıkan bilgisayarları, cep telefonlarını da yazabilirim yane :) bu arada kulaklığın menzili 10 metre gibi bi şey, denedim, işyerinde laptop'dan kulaklıkla müzik dinlediğimde tuvalete gittiğimde bile dinleyebiliyorum, terasa çıkınca kesiliyor yalnız.

teknoloji deyince bir de şu geldi aklıma, bir arkadaşın sevgilisi viyana'da yaşıyormuş, bir teknoloji firmasında çalışıyor çocuk, kız da istanbul'da yaşıyor. bunlar görüşme sorununu şöyle çözmüşler, çocuğun evinde ve işyerindeki bilgisayarda web cam kurulu, kız da evdeki laptop'a web cam takmış. ha ne var bunda diyorsunuz tabii, ama öyle degil, bu arkadaşların bilgisayarları sürekli açık ve birbirlerini görüyorlar. kız eve arkadaşlarını çağırıyor diyelim, salonun herkesin görebileceği bir noktasında kameralı laptop duruyor, eve gelenler önce bilgisayara selam veriyolar, "abi ne naber" diyerekten, sohbete devam ederken de viyana'daki çocugun görebileceği bir açıda oturuyorlar. kız yemek falan yaparken, çocugu -bilgisayarı yani- mutfağa götürüp tezgaha koyuyor, sohbete ordan devam ediyorlarmış. teknolojinin geldiği noktaya bakın sevgili kariler, diyerek eve dönüş yolu dilemma'ma geri dönmek isterim. hava kararmışsa istiklal caddesine çıkıyorum mecburen, bu da eve ya abur cubur ya ıvır zıvır nevi bir şeylerle dönmek demek. istiklal'i yürümenin iç sıkıntısını lebon'dan profiterol, çikolata kaplı portakal kabugu şekerlemesi; malatya pazarınden kurutulmuş tropik meyveler, kabuklu tuzlu badem; koska helvacısından portakallı tahin helvası; balık pazarından turşu, bolulu hasan usta'dan krem karamel; duran'dan meksika salatalı kanepeler alarak (tabii ki hepsini aynı aksamda almıyorum gözünüz korkmasın) eve varıyorum. ıvır zıvır alışverişi için de sık sık mektup kırtasiye'ye, aksesuar satan zincir mağaza var ya ona illa ki bir giriliyor. bir de son bir haftada abuk subuk seyler kontejanından badem'e kurmalı civciv ve zıplayan plastik tavşan aldım :) ilgilendi mi dersiniz hayır, tembel teneke.

bu dağınık yazıyı, plastik tavşan mevzuuyla bitirmek isterim, benim çocuklugumda da vardı bunlardan, hiç değişmemişler yahu, aynı saçma mekanizma, plastik borunun ucundaki lastik topumsu şeye bastırıyorsun hop hop hopluyor. badem ilgilenmezse ofisin oyuncagı yapmaya karar verdik, strese birebir.

iyi hafta sonları dilerim

11 yorum:

Adsız dedi ki...

sen istiklal'de yürümenin iç sıkıntısı diyorsun, ben fransız kültürün önünde yere oturup etrafı seyretsem diyorum. sen tophane'ye inen sokak diyorsun, ben allah, zaten ben daha önceki bir yazının iş çıkışı kendini tophaneye'ye vurmak kısmında kaldım diyorum (yoksa o burada değil de çavdar hanımın blogunda mıydı). sen seçmenin zorluğu diyorsun, ben olsam birini yürür, döner bir de öbür taraftan giderim diyorum.
ha, bi' de boyacıköy neresi acep diyorum.

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Sataşma var, sayın Yönetici!
Cevap hakkımı kullanacağım!
:)
Öğlen yemek tatilini uzatıp Tophane'ye (İstanbul Modern'e yani) akan benim, karıştırmayınız lütfen, Simon.
Ancak, Neo hanımın yakın zamanda Pera Müzesi'ne gitmişliği var, onu unutmayalım.

Şimdiki durumda Fransız Kültür'ün önünde yere oturup bakınmanın daha konforlu yolları var; hemen karşı sırada yerli-yabancı bi dolu kahve içme yeri türedi, çünkü.

*******

Neocum,

İşyeri ile ev yakınlaşmasından bir çeşit üşengeçlik çıktığı doğru bir tesbit.
Evliliğimin ilk yıllarında Galatasay'da otururduk, işyerim yine Sıraselviler'de idi. Bazen, iş çıkışı o kadar yorgun olurdum ki, eve taksi ile giderdim.
O derecede yani!
:))

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Galatasay diye bir yer yok, ama, Galatasaray var!
Uydurmuşum.
:)

Adsız dedi ki...

doğru ya, tabi. aslında bana da tam yorumu gönderecekken öyle gelmişti de iki blogda da arama butonunu kullanıp bulamamıştım.

hani, kumsalda denizin en sığlaştığı yere oturulur ya, şöyle uzanırcasına. sokağa oturup sokağı seyretmek de öyle birşey. tamamen içindesiniz. kafeden seyretmekse, suya masa atmak gibi. olabilir, hoş, ama yeterince içinde değil.

endiseliperi dedi ki...

sevgili neolitik hanım'cığım,
boyacıköy şimdi ne güzeldir! belki bir haftasonu oraya da gitmek gerek.

bu haftasonu bora ile evet, vapurla karşıya geçecek ve topkapı sarayı'na gidecektik (ben gitmedim henüz:S ama yapamadık işte. bora'ya acil yapılması gereken işler geldi; öyle ki o şimdi işyerinde.

sinemaya, bara cafeye en az gittiğim dönem cihangir'de oturduğumuz dönemdi. oluyor öyle. çıkıp kaktüs'te içeceğime evin balkonunda içerim diye düşünüyor insan sanırım, tuhaf.

ben salonun şeklini değiştirmekle meşgulüm. evet evet çok yoruldum. şimdi bir çay alacağım ve balkona koyduğum iskemlede oturacağım.

sevgiler ve de öpücükler.

elektra dedi ki...

neolitik hanım günaydın:)
insanoğlu ne çabuk alışıyor rahata ve o rahat da ne çabuk rahatsızlık üretebiliyor. ama şurasından bak, boyacıköy de şimdi çalıştığın, yaşadığın güzergah da bir sürü insanın ' ahhh ne kadar uzun oldu oralara gitmeyeli , hadi bir gideyim ' dediği türden kutsal mekan neredeyse :)
yani demem o ki, nereden giderseniz gidin keyif sizinle olsun neolitik hanımcığım:)

bir de istiklal caddesi rotası tadımlıkları an itibarıyle beni benden aldı. hele o kuru meyve şekerlemeleri:((( en kısa zamanda bakırköy dönüş güzergahımı oradan dönmeye ayarlamalıyım sanırım.
sevgiler:)

neo dedi ki...

simon,

ben de uzun bir süre olmasam buralarda, istiklal'le aramda bir okyanus olsa, "ne güzel eve istiklal'den yürürdüm, bazen de tophane'ye inerdim ahh, ah!" diye özlem dolu cümleler kurabilirim belki :)

boyacıköy için de bkz http://neolitikhanim.blogspot.com/2007/05/nasl-boyackyl-oldum.html

...

ekmekci kız,

cevap hakkını pek güzel kullanmışsın, pera müzesini hatırlaman da ayrıca hoşuma gitti eheh :)

benim taksi şansım pek yok, çünkü tek yönlü acayip bir yokuşta bizim ofis, eve epey dolanarak gider taksi diye tahmin ediyorum. ama olsa, ben de ara ara taksiyle giderim valla, üşengeçlikte üzerime yoktur :)

...

sevgili endiseli periciğim,

bilmem sende de olur mu ama çok fazla hatırası (iyi ya da kötü) olan yerlere gidememek gibi bir eğilimim var. bu ara çok sık düşünüyorum boyacıköy'ü, ağaçlar çiceklenmiştir, rüzgarlı havalarda sahil ne güzel oluyordur diye ama "hadi gidiyoruz" deseler, tereddüt ederim, hatta bir bahane bulup, gitmem gibi geliyor.
saçma belki ama şöyle düşünmek hoşuma gidiyor, bir neolitik hanım daha var ve o hala boyacıköy'de yaşıyor. akşamları otobüsten inip, eczanenin önünden geçip, yorgun ama -eve döndüğü için- mutlu adımlarla yokuşu tırmanıyor, mahallenin kedilerini seviyor, yol ortasında yatmaya bayılan köpeklerin etrafından dolaşıp bakkala giriyor, ufak tefek bir şeyler alıp, eve çıkıyor. hava güzelse balkondaki masada hafif bir yemek yiyiyor, karanlık çökerken yan taraftaki kilisenin bahçesi üzerinden doğan ay'ı seyrediyor, karşıdaki ahşap evin bahçesinde esintiyle tok sesler çıkaran bambu rüzgar çanına kulak kesiliyor vs. şimdi gitsem, o evde başkalarının olduğunu göreceğim ve o yokuşta neolitik hanım'ın bir daha yürümeyeceğini. yok yok, bir süre daha gidemem ben oralara...

haftasonunu ayrica yazacagim, bu ara firtina bey de seyahatlerde, kahire'ye gitti dun aksam. persembeye kadar yok. guzel bir yemek yedik, dolapta danone vardı fındıklı, çok sever onları, gördü "aa ondan da yiyelim" diye heveslendi, yemekten sonra unuttuk, taksiye binip havaalanına doru yola çıkınca aklıma geldi, kötü oldum niye unuttum diye.

salonun yeni hali nasıl oldu?

öpücükler, sevgiler

...

elektra tünaydın (ben yazana kadar öğleden sonra oldu :),

çok haklısın, rahatlıktan çıkıyor hep bu mızıldanmalar. dedigin mis gibi güzergahlardan geçiyor yolum, böyle düşünerek şikayet etmeyi keseyim en iyisi ben.

tadımlıkları yazarken, "yahu yolu buralara düşmeyenleri düşünerek, fazla ayrıntıya girmesem mi acaba" dedim bir an ama, sonra "olsun buralara gelirlerse bir yiyecek rotası olur ellerinde" diye yazdım gitti :) bir de havalar güzel gidiyor ya, tünel'e dogru sol tarafta bir italyan dondurmacısı var, oranın muzlu, çilekli ve de yoğurtlu dondurması süper.

sevgiler

neo
the abur cubur insanı

redrabbit dedi ki...

istiklal caddesinden tophaneye değil de cihangir'e dalsan..Geze geze gider,savoy'dan birşeyler tırtıklarsın ..Bence tophane'den daha keyifli..Ya da Taksimden fünikülerle kabataş ordan yukarı?Bu da mı olmadı,hay Allah..

endiseliperi dedi ki...

sevgili neolitik hanım'cığım,
bir tarafım şaşırtıcı şekilde tıpatıp aynı seninle. ve ne gördüğünde ne hissedeceğini kendimden biliyorum. evet, hatırası bol olan yerlere gidemem, gitmek istemem ben de. ama senden bir farkım var benim ki, bir buldozer gibi ruhumun üstünden acımasıca geçerim bazen. bir cendereyle sıkıştırır dururum kendimi. eski mektupları okurum bazen ve acımasıca dalga geçen ama bir taraftan da gözyaşartan bir deliliğin bana musallat olmasına izin veririm. gizli, sakınılması gereken anı çekmecelerini acımasız bir hoyratlıkla açıverdiğim de olur. acı veren bir oyun bu. ve bir tarafım nasıl sevimli, yumuşak, iyimser, pastel pastelse, diğer tarafım da öyle hırçın, öyle tekinsizdir.

hatırası bol olan yerlere gitmek ya da gitmemek bu iki ruhun insiyatifine ve insafına kalmıştır böylece. gitmek, başka bir boyutta yaşayan beni, geleceği görmüş olan benle deşifre etmek gibidir ve dediğin gibi acı verici olan da budur. bir kahinin yüküyle bakarsın kendine.

yine de yine de boyacıköy benim için sen demeksin. o eczane, filesiyle sen ve yalnız başına balkonunda yemeğini yiyen neolitik hanım'ın durgun hali. belki birazdan, ertesi gün iş arkadaşlarına götürmek için tepsilerle kurabiye de yapacaksın. belki ben giderim ve bir başka boyuttaki neolitik hanım'ı izlerim.

off... aman ya, ne kasvet böyle bu!yağmur nefis yağdı neolitik hanım'cığım ve sevimli bir alışverişten şimdi döndüm. küçük, taze, sarı patatesler vardı markette. onları önce şöyle bir haşlayıp, sonra hiç ufaltmadan, baharatlı bir yağın içinde karıştırıp fırına süreceğim tavuğun yanında. sonra taze salatalık malzemelerini kocaman doğradığım bir salata yapacağım. kuşun maması bitmiş, uyaran bir sesle bağırıyor bana. tina ise evin şekli değişince çocuklar gibi şen, oynayıp durdu ama yeri neresi olmalı şaşırdı. şimdi uyuyor. kaloriferi kapattığım için öyle dertop olmuş vaziyetteki ben de üstüne battaniye örttüm:)

sevgiler.

neo dedi ki...

red rabbit,

o dedigin rota uzak kalıyor biraz benim eve, yoksa savoy pastanesi'nin mamüllerini pek severim, milföy pasta olsa mesela şimdi, ama ben bu ara tatlıyı azaltmaya çalışıyorum, az önce önüme gelen daha açılmamış nutella'yı büyük bir irade göstererek reddettim mesela :)

bu arada sayfana uğrayayım dedim ama yok sanırım?

redrabbit dedi ki...

evet sayfam yok maalesef,sizleri okuduğumda yazmış kadar oluyorum..Nutella konusunda hemfikiriz mesela,ama ben reddedebilirmiyim bilmiyorum..Sana güzergah konusunda yardımcı olamıyorum şu halde..Ben de oralarda oturuyorum da o yüzden yani..Ben Kabataş tarafındayım ama,fünikülere yakın..