gül bahsi

ilk gördüğümde "aa bu kurumuuş, neden getirmişler ki?" diye düşünmüştüm. terasta, bahar güneşiyle coşmuş sardunya saksılarının yanında kuru dallarıyla pek kötü görünüyordu. bir arkadaşımız ofisini taşımış, fazla gelen sandalye, masa gibi bazı eşyaları da biz almıştık. taşıma işine nezaret eden e. saksıdaki gülü de "kurumuş bu" falan demeden, "belki kurtarırız" diye alıp ofise getirmişti. iyi ki de öyle yapmış, meğer benim gördüğüm o iki daldan ibaret bitkinin, sadece biraz budanmaya ve ilgiye ihtiyacı varmış. bir güzel budayıp, düzenli su vermeye başlayınca öyle bir değişti ki birkaç günde, hepimiz şaşakaldık. bugün yağmurun altında fotoğrafını çekerken (kabul ediyorum biraz askerdekilerin memleketlerine gönderdikleri kartpostallara benziyor:) "keşke o ilk halini de çekseydim, bir mucizenin belgeleri olurlardı" diye düşündüm. gül birazcık yapraklanıp kendine gelince, bir baktık tomurcuk da vermiş üç tane. artık her sabah çay-kahve muhabbetini gülün başında yapar olduk, "ne zaman açar, ne renk açar?" tomurcuklardan biri dolgunlaştıkça heyecan tırmandı, kimisi "beyaz" diyor, kimisi "kırmızı", "pembe" diyen var. ben yapraklarının koyu yeşil tonuna bakarak "kırmızı" dedim -çok anlıyorum ya bitkiden böcekten :p- her gün bakıyoruz açmış mı diye ama yok, epey sürdü heyecanlı bekleyiş. bir sabah baktık, tomurcuğun yeşil yaprakları hafiften aralanmış, birazcık renk görünüyor. beyaz gibi sanki ama pembeye de çalmıyor değil.. sonunda bu sabah yağmurun da etkisiyle mi bilmiyorum ama gülümüz açtı, renk bahsi de kapandı. "beyaz açacak" diyen arkadaşımız epey ısrar etti, "aa beyaz bu canım, pembeye çalan beyaz, ben bildim!" yahu beyaz olur mu bildiğin pembe diyoruz, sonunda ikna oldu "tamam ya pembe, üzerime gelmeyin" diyerekten :)

üstünde yağmur damlalarıyla fotoğrafını çekince, aslında gül bu kadar güzelken, görsel olarak o kadar çok kullanılmış olması yüzünden nasıl da kanıksandığını, gülün güzelliğinin klişeye dönüşmüş olmasının pek yazık olduğu aklımdan geçti. sonra da umberto eco'nun postmodernizmle ilgili söylediği şey aklıma geldi, tam olarak neydi diye araştırıp, buldum:

"sanırım postmodern davranış, son derece kültürlü bir kadına aşık ve ona "seni çılgınca seviyorum" diyemeyeceğini bilen bir adamınkidir çünkü adam, kadının bu sözlerin barbara cartland tarafından zaten çoktan yazılmış olduğunu bildiğinin farkındadır (keza kadın da adamın bunu bildiğini bilir). yine de bir çözüm vardır. adam "tıpkı barbara cartland'ın da dediği gibi, seni çılgınca seviyorum" diyebilir. bu noktada, yani sahte masumiyet gösterisinden kaçındıktan, bundan böyle masumca konuşmanın mümkün olmadığını ifade ettikten sonra söylemek istediğini yine de söyleyebilir tabi: yani onu yitik masumiyet çağında sevdiğini. eğer kadın da bunu kabul ederse, kendisine yine de ilan-ı aşk edilmiş olur. konuşmanın iki tarafı da kendini masum hissetmeyecek, ikisi de geçmişin ağırlığının, ilan-ı aşkın zaten dile getirilmiş oluşunun farkında olacak ve bu ironi oyununun tadını çıkaracaktır."

yani şunu diyorum ben de, klişe falan demeden gülün güzelliğinden bahsedebilmeli, sırf kırmızısı değil her rengi sevdiceğe verilmeli, "aman gül mü, çok klasik" diyerekten göz ardı edilmemeli. gerçi eco'nun "postmodern" diye tarif ettiği adam gereksiz yere endişelenmiş bence, o sözleri duymak isteyen kadın hiç takılmaz, daha önce barbara marbara kim, ne kadar tekrar etmiş diye. rahat rahat söyleseymiş keşke garibim :)


gül bahsi açılınca, tarihten enteresan bir şeyler bulabilir miyim diye biraz bakındım. eski roma'da gizli ya da özel meselelerin konuşulacağı odanın kapısına yabani bir gül asılırmış ki katılanlar da, dışarıdakiler de bilsin ki o odada konuşulanlar orada kalacak. latince "sub rosa" yani "under the rose-gülün altında" denilen ve de "gizli" manasına gelen ifade de, o kapıdaki güle dayanıyormuş. yalnız aşkın, güzelliğin değil, gizemli, gizli şeylerin de simgesi imiş meğer gül. wikipedia'da gördüğüm, o yüzden de pek güvenmediğim bu bilgiyi başka kaynaklardan da kontrol ettim, hakikaten gizli kapaklı işler, sırlardan bahsediliyorsa gül devreye giriyor bir noktada. bir başka kaynakta diyor ki: gül eski çağlardan beri gizliliğin sembolüdür. 16. yüzyıl ingilteresinde uşaklar, hancılar kulaklarının arkasına taktıkları gülle, duydukları herşeyin onlarda kalacağını, kimseye söylenmeyeceği güvencesini verirlerdi. almanya'da yemek yenilen odaya güller konulmuşsa, konuklar sırlarının o oda içerisinde kalacağını bilerek özgürce konuşurlardı. "sub rosa" ifadesi de katolik kilisesinde günah çıkarılan bölmenin kapısına işlenmiş gül deseninden gelmektedir."

"sub rosa"nın çıkış noktasının, eski roma mı kilise mi olduğu belirsiz ama işin içinde bir gül meselesi olduğu kesin. ekmekci kız da bugünlerde gül reçeli maceralarını yazıyor ya, ben de konuyu illa ki yiyecek bi şeylere bağlıycam ya: binbir gece masallarında da bağdat halifesinin konuklarına sunduğu ve yiyeni tutsağı haline getiren gül reçelinden söz ediliyormuş (gerçi ben de pek sevmem gül reçelini, o yaprakları kıyır kıyır, insanın içini bir hoş eder ama olsun sen bana bakma, maceraya devam :)

3 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Aman Neocuğum,
Bu gül mevzuu ne derin bir kuyu imiş!
Sayende hiç bilmediğim "sub rosa" ayrıntılar öğrendim.
Umberto Eco'nun meşhur kitabının adının "Gül'ün Adı" olmasının bu gizlilikle alakası var mıydı?
Geçmiş gün, unutmuşum ayrıntısını!

Benim gül reçeli maceralarım yeni kitap için seneyi bekleyecek mecburen, reçellik gül tükendi, malesef!
Fekat, halihazırdaki maceranın yeni episodu için, iki gönüllü adayın kendilerini "çifte kavrulmuş gül reçeli" tadmak içi feda edecekleri anı beklemekteyim.:O)
Tabii ki, kaşık kaşık lüpletilmez o nadide mamul, birlikte tadılabileceği bir lezzet peşindeyim. sanırım, buldum.
Böylelikle bu gül reçeli terfrikamı buraya kadar uzatıp ballandırdım ya, aferin bana!
:))
Bir küçük itirazım var, yine de adabına uygun yapılmış gül reçeli, hiç de öyle kıyır kıyır, gırç gırç bişey olmaz, sulu olmaz, şekerlenmez, çok tatlı olmaz...
Hasılı, ben şu kafamdaki tadı tarifleştirmeyi başardığımda, bütün muhaliflerin kesin döüş yapacaklarına eminim de...
Ahhh!!!

Hamiş: Gülünüz çook güzel! O ne renk, o ne zerafet!
:)

endiseliperi dedi ki...

sevgili neolitik hanım, öyle leziz bir yazı olmuş ki, ne desem boş. eco'dan yaptığın alıntıya bayıldım. kitabı alıp okumayı çok istedim. gülün gizlilik olduğunu bilmiyordum. onu öğrendim. gülün kendisini, renklerini, kokusunu, bana gül alınmasını severim ama önce onu tüm o bayat klişelerinden arındırmak isterim zihnimde. oysa senin verdiğin bu taze bilgilerle gülün anlamı değişti, renk değiştirdi. çok teşekkür ederim.

neo dedi ki...

ekmekci kız,

yaa yaa, ben de bilmiyordum hiç gülün böyle anlamları olduğunu, işte, romantik bitakım günlerde alınan, sıradanlanmış bi sey sanıyordum ki fena halde yanılmışım. böyle böyle henüz bilmediğimiz neler var kim bilir? Ahh!

reçel maceralarını yakınen takip ediyorum, has bir gül reçelini tadına bakmak isterim dogrusu, gönüllü ararsan beni de yaz listeye :)

gülümüz hafta sonu goncalıktan çıkmış, açılıp saçılmış, başka bir güzelliğe bürünmüş. onu da çekmeli...

...

peri,

begendigine cok sevindim :) ben de bilmiyordum gülün böyle manaları olduğunu...

alıntıyı yaptığım kitabın adı "Postmodernci Kapıyı İki Kere Çalar" (Gilbert Adair) İletişim Yayınları. İdefiks'e baktım, tükenmiş. İstersen sana fotokopisini yolliyim, eğlenceli kitaptır :)