Cumalıkızık II


kahvaltımızı ettikten sonra odalara yerleşip köyü gezmeye çıkmaya karar verdik. odalardan ne yazık ki biraz kötüce olanı bize denk geldi, kızkardeşlerin odası gayet iyiyken bizimki yer yatagiyla ve iki duvarın birlestiği yerden giren gunısığıyla (ısık giriyorsa börtü böcek niye girmesin) bizi biraz tedirgin etti. "nasılsa bir gece kalacagız" deyip pek takılmadan köy turumuza başladık.

dar sokaklardan cikarken gördüğümüz her ayrıntıya takılarak, "ay ne guzel kapi, ay ne guzel renk, sular da ne guzel akıyor şırıl şırıl" diye dolanırken, sokaklardan birinden biri önümüze çıktı, 55-60 yaşlarında, ince, esmer, yorgun yüzlü bir adam, "hoşgeldiniz, nereden geldiniz?" diye sorunca, korku filmlerinin klişelerinden biri gözümde canlandı hemen, hani neşeli bir grup (ki film boyunca birer birer öldürüleceklerdir) ıssız bir yolda yaşlı bir adama rastlayıp yol sorarlar, o da uzaklara bakarak "nereden geldiniz, gidin buradan, oraya 1984'ten beri kimse gitmedi, en son gidenlerden de haber alınamadı..." diye cevap verir, bizim neseli grup da hic takmaz ve olaylar gelişir :)


meger bizim rastladıgımız adam köyün rehberi ve minik etnografya müzesinin görevlisiymiş. "gelin sizi gezdireyim" deyince pesine takıldık hemen. 700 yıllık bir yerleşim yeri olan cumalıkızık, osmanlı mimarisi ahşap evlerden oluşan yapısını koruyabilmiş nadir yerlerden. daracık taş sokaklardan akan kaynak suları ve birbirine yaslanmış evleriyle, elektrik direkleri olmasa yüzyıl öncesindeymis gibi hissettiriyor insana (köye elektrik 1970'lerde gelmiş). rehberimiz çok eski ahşap evlerden birinin önünde durup, özelliklerini anlatıyor. Üst kattaki iki pencerede, odalara güzel ışık versin diye güneşin doğduğu ve battığı yönlere yerleştirilmiş vitraylar var. zamanla tozlanmislar ama hala çok guzeller (resimde gorunuyor o pencereler). o odaların icinde ışığın nasıl göründüğünü merak ediyor insan.


yine çok eski evlerden birinin kapısını çalıyor rehberimiz, ahşap kapı açılınca şimdiye kadar duydugum en tuhaf kokuyla karşılaşıyorum, nemli toprak, eski ahşap, toprak, çürümüş bir şeylerden müteşekkil güçlü koku hepimizi etkiliyor. kapıdan içeri giren ışıkta, o karanlığın içinde oturan iki kişiyi fark ediyoruz, karı-koca olduklarını tahmin ettiğimiz iki kişi bize "hoşgeldiniz" dedikten sonra rehberle konuşmaya dalıyor. yer uzun yıllardır üzerine basılmaktan düzleşmiş toprak bir zemin, içeride karanlıkta seçilemeyen bir sürü eşya var. tabii orada konuşamıyoruz bunu ama sonradan "neden o karanlıkta oturuyorlardı" diye birbirimize sorunca, ahmet hamdi tanpınar'ın bir sözünü hatırlatıyor arkadaslardan biri, "Doğu oturup beklemenin yeridir, sabredersen herşey ayağına gelir". (Tanpınar'ın Beş Şehri'nden Bursa bölümü de gezimizin bir parçası, onu da anlatacağım)

ahşap evlerden sonra "cin aralığı"na gidiyoruz. burası ancak bir kisinin sıgabilecegi kadar dar bir geçit, hikayesi de şöyle: yunan işgali sırasında düşmandan kaçan köylüler bir sokagın sonundaki bu geçitten geçip daga kacmışlar, köylülerin cıkmaz gibi gorunen bir sokagin sonunda birden ortadan kaybolmalarından yola çıkılarak cin aralığı denmis bu gecide. zaten köyün böyle cin, peri gibi alacakaranlık kuşağı hikayelerine cok musait bir hali var. karşımıza çıkıverseler şaşırmayız yani, o derece :)

köy turumuzu minik etnografya müzesini gezerek bitiriyoruz, eski eşyaların arasında 1920'lerin sonuna ait bir nikah kayıt defteri göze çarpıyor. o zamanlar fotograf henuz kullanılmadigi icin gelin ve damadın fiziksel özellikleri yazılırmıs, sarı saçlı, mavi gözlü, kısa boylu vs. diye...


köy cok buyuk olmasa da yurumek bizi aciktiriyor, mavi boncuk lokantasinda manti molasi veriyoruz. gozlemelerin de tadına bakılıyor, bahcedeki guzel yuzlu kedi de gozlemelere ortak oluyor. pesimize takılan kucuk kız, sarkı soylemeyi cok seviyormus, "hadi bize de söyle" deyince ingilizce bir pop şarkısına başlıyor! baska sarkı isteyince de "ama o cocuk şarkısııı!" diye itiraz ediyor. ilkokul ikiye giden kız, müsamerede (o başka bir şey diyor tabii) "manken ve çobanın hikayesi" diye bir oyun oynadıklarını anlatıyor. kuştu, kediydi, saklambaçtı gibi şeylerden bahsetmesini bekledigimiz kucuk kız son pop şarkılarından, mankenlerden konuşunca canımız sıkılıyor. gruptan birini yakında bebegi olacak, ona "aman sen kızını uzak tut bunlardan" diyoruz, "hic olmazsa yapabildigin kadar", fakat bir baskası "ama hic bilmese de uzaylı gibi olur arkadaslarının arasında, hepsi bir şeyden, birinden bahsedecek, kızın bilmeyecek". o da dogru...


aksam yine balkonda toplanıyor, ellerimizde kitaplarımızla sedirlere yayılıyoruz, akşam serinliği çökerken, radyoda türküler çalıyor, üzerimize yarın gidecek olmanın hüznü çöküyor. kızlardan biri tanpınar'ın beş şehir'inden bursa'yı okuyor, "Bu şehirde muayyen bir çağa ait olmak keyfiyeti o kadar kuvvetlidir ki insan ‘Bursa’da ikinci bir zaman daha vardır’ diye düşünebilir. Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımız, seviştiğimiz zamanın yanıbaşında, ondan daha çok başka, çok daha derin, takvimle, saatle alâkası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedî bir mevsim gibi ayarladığı velût ve yekpare bir zaman… Dışarıdan bakılınca çok defa modası geçmiş gibi görünen şeylerin, bugünkü hayatımızda artık lüzumsuz zannedebileceğimiz duyguların ve güzelliklerin malı olan bu zamanı bildiğimiz saatler saymaz, o sadece mazisinde yaşayan bir geçmiş zaman güzeli gibi hâtıralarına kapanmış olan şehrin nabzında kendiliğinden atar." tanpınar'ın yeşil cami ile ilgili yazdığı bölümler de en az yukarıdaki satırlar kadar etkileyici...

lafı fazla uzattım sanırım bu sefer, bitiriyorum: börtü böcek korkusuyla huzursuz bir uykunun sabahında, yine mükellef bir kahvaltının ardından bursa'ya dogru yola cikiyoruz. otobuse binmeden ev yapimi recellerden alınıyor, bursa'ya varıldıgında kestane şekercisinden cikolatalı, sade artık ne cesit varsa onlardan da alınıyor. bursa'da cok vaktimiz olmadigindan yesil cami'ye gidip kalan vaktimizi orada geciriyoruz. sessiz, sakin bu cami sade mimarisiyle etkiliyor. iceri gürültücü bir turist grubu dalınca kendimizi avluya atıp, rüzgarlı ağaçların altında dinleniyoruz.

bursa'daki son hedefimiz hakiki iskender kebap yemek. bursalı arkadaslardan gerekli tüyo alınıyor, o ünlü iskender kebapcı da iyiymis ama asıl eski garajın orada küçük bir yer varmış, oraya gidilmeliymiş. bir taksiye doluşup adresi tarif ediyoruz. guzel sokaklardan gecip hakikaten kucuk bir dukkanin onunde iniyoruz. biraz pahali olmakla birlikte gercekten de güzel bir yemekten sonra feribota binmek icin güzelyalı'ya dogru yola çıkıyoruz. bütün hedeflerinizi gerçekleştirmenin doygunlugu ve tatlı bir yorgunlukla feribotun dönüş yolunda pek konusmadan uykuya dalıyoruz.

10 yorum:

Elif Derviş dedi ki...

Ne kadar dinlendirici bir yazı olmuş :)

endiseliperi dedi ki...

evet, ne güzel bir gezi yazısı. şu korku filmi klasiğine bayıldım. sonra o toprak zemin kokusu... çok hoş olmuş. neredeyse gitmiş (gitmiştim ama), gidip de hoşlanmış gibi oldum.

sevgiler.

neo dedi ki...

kosenin delisi, endiseli peri,

begendiginize sevindim, gunduzleri is güç arasında bölük pörçük yazdım. bilgisayarı eve götürmüyorum birkac aksamdir, oyle olunca da gunduz yazılıyor hersey. aslında "butun iyi yazarlar gibi gece yazarım" diye iddialı bir laf etmek vardı simdi ama yok, yok etmiyim :)

Adsız dedi ki...

şimdi ben cool cool kış mevsimini çok severim filan diyorum ya, ama bu bahar ne güzel bir mevsim! pencereler açık, evin içinde hoş bir esinti, zaman nazlı nazlı geçiyor. bayıldım.

bugün güzelleşme günümdü. hepi topu 1 saatimi aldı, bir baktım o kadarcıkla şahane görünüyorum, yeter, dedim:p kadıköy'e gittik, çarşıyı dolaştık. çok şenlikli. sen şimdi canın sıkılınca o çınar ağacının altında mı çay içiyorsun? ben eve yakın eğlence yerlerinde pek duramam. istiklal'de en az bulunduğum dönem, cihangir'de yaşadığım dönemdi. eh, bir de şimdi tabii. o kalabalığa dayanamıyorum artık.

ben bir gelip merhaba diyeyim dedim neolitik hanım. hem merak ettim, hem özledim. yazarken de aklıma geldi, sen laptop'ı eve götürmüyorsun bu aralar.

hımm geçenlerde uyuyamamıştım. murathan munganları çıkarttım, şöyle bir göz gezdirdim. hiiiiç hoşlanmadım. yazık oldu. gerçi geçen kış ben adana'dayken bora 50 parça kitabını göndermişti bana "lütfen barış benimle" hediyeleri arasında. ben hediyeler yüzünden barışmadım tabii ki. öyle sık ve öyle güzel mesajlar gönderiyordu ki, bir türlü elim varıp silemiyordum. ayrılmalısın onunla diyen ablama, ama mesajlarını bile silemiyorum, diyordum.bora'nın ayrılık dönemleri yazıları çok güzeldir. barışınca hiç yazmaz.

neolitik hanım, sen kaç yaşındasın? hadi lütfen söyle. sırsa bana mail'le bildirir misin?öyle merak ediyorum ki.

sevgiler.

neo dedi ki...

peri, az once bilardo yazina acayip seyler yazip, buraya kactim :)

ben de kış bocegi, güz cicegi biriyimdir ama ara ara, tıpkı sende oldugu gibi bahar aklımı celmiyor degil... balkon kapısında ucusan tüller, ara ara cosan ruzgar çanı, kışın, sonbaharın pabucunu dama atıverecek gibi oluyor.. ama ben yine ille de sonbahar diyorum.

kadıköy'ü ben de cok severim ama bir süredir kırık bir kalp hikayesi yüzünden gidemiyorum oralara, belki bir süre sonra... ben o cınar agacının altına o kadar seyrek giderim ki! ancak arkadaslarim, bizimkiler gelmisse gidilir. emirgan, hisar, buraların onunden yuruyup gecmeyi severim, "istesem otururum" duygusu keser beni, otursam sıkılacagımı bilirim.

ben de ozledim sizi, iki gunlugune mersin'e gitmistim, bir toplanti icin.. adana ucagindan ineli de iki saat falan oldu. eve gelip ustumu degisir degismez bilgisayarin basina oturdum. bu ucuncu gidisimdi, ara ara adana'yla ilgili yazdıklarını hatırladım. oraların bana hissettirdiklerini ayrıca yazmak isterim.

murathan mungan'in en son, kapaginda siyah-beyaz bir fotografinin oldugu kitabini almistim. adi gelmedi simdi bir turlu aklima. onu da sevemedim hic. bir dönemdi gecti galiba murathan mungan'i sevmeler, sence de "mungan yaşı" diye bir şey var mı, ne dersin?

kalp kırıklıgımın musebbibi olan beyefendi de ayrılık zamanlarinda, seyahate ciktiginda cok guzel seyler yazardi. tekrar tekrar baristiysak o mesajlar sayesindedir.

sence kaç yasındayım? hadi tahmin et :)

sevgiler

Adsız dedi ki...

hmm ben edebilir miyim? etmek istiyoruuum! :))
tamam, çok şımarıkça bir başlangıç oldu kabûl. önce merhaba demeliydim. dedim işte. :)valla ateşim yüksek ve ne dediğimi bilmiyorum iki gündür. saçmaladıysam affola! her yere böyle cumburlop dalma gibi bir huyum yoktur genelde. peri hanım'ın ordan tanışmış sayıyorum kendimi. bir de halid'i çok severim ve referansları her zaman çok kıymetlidir benim için. biz bin yıldan fazladır tanışıyoruz kendisiyle. halid 1500 yaşında olduğuna göre, siz de sanırım akransınız. bildim mi? ;)

neo dedi ki...

candan hanım, hoşgelmişsiniz efenim,

ben de tanısmıs sayıyorum kendimi, peri'nin o şahane bilardo yazısına, selamsız sabahsız yorum yazıvermisim, artık erotizm mevzuu nasıl gaza getirdiyse beni :P (malum akrebiz ya)

buraya ugramanıza cok memnun oldum. ve de gecmis olsun, cabucak iyilesin insallah.

yas tahminine gelince; demek o kadar genç gösteriyorum? ;)

Adsız dedi ki...

Heh heh! Bu yaş mevzuuna biz Muzmin Bey'le ilgili olarak çok dalmıştık bir zamanlar! Çok eğlenceliydi. Bu o kadar eğlenceli olamaz, çünkü ne de olsa "kadınların yaşı sorulmaz" diye bir geyik var. Tabii bu yasak tümcesinin muhatabı erkekler olduğu için Peri Hanım aradan sıyrılabilmiş! Beni burada görmediniz varsayıp aranızda fısıldaşıverseniz olmaz mı aceba? Ben tıkarım kulağımı, hiiiç duymam.

(Alakasız not: Peri Hanım, Cano Hanım, Neolitik Hanım ve şu anda burada bulunmayan Ekmekçikız Hanım... İskambil oyunlarından hiç anlamam ama bilgi kırıntılarımdan yanlış hatırlamıyorsam şöyle denebilir: Şahane kare as!)

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Aa, burada ne kadar eğlenceli konuşmalar olmuş.
Adaya, sinemaya gitmek derken kaçırmışım.
Bakalım bu yaş mevzuundan ne çıkacak?

neo dedi ki...

yas muamması sonunda çözüldü :) bkz. ucak yazısının altındaki yorumlar.