Boğaz'ın sularının çekildiği gün / Kara Kitap - Orhan Pamuk



Boğaz'ın sularının çekilmekte olduğunu fark ettiniz mi? Sanmıyorum. Bayram şenliğine çıkmış çocukların keyfi ve heyecanıyla birbirimizi öldürdüğümüz bugünlerde hangimiz bir şey okuyup dünyadan haberdar oluyor ki? Köşe yazarlarımızı bile, dirsekleştiğimiz vapur iskelelerinde, kucak kucağa yuvarlandığımız otobüs sahanlıklarında, harflerin tir tir titrediği dolmuş koltuklarında yarım yamalak okuyoruz. Ben haberi bir Fransız jeoloji dergisinde okudum.

Besbelli, kısa bir zaman sonra, bir zamanlar 'Boğaz' dediğimiz o cennet yer, kara çamurla sıvalı kalyon leşlerinin, parlak dişlerini gösteren hayaletler gibi parladığı bir zifiri bataklığa dönüşecek. Sıcak bir yaz sonunda ise, bu bataklığın, küçük bir kasabayı sulayan alçakgönüllü bir derenin tabanı gibi yer yer kuruyup çamurlaşacağını, hatta binlerce geniş borudan şelaleler gibi gibi gürül gürül akan lağımların suladığı yamaçlarda otların ve papatyaların yeşereceğini tahmin etmek zor değil. Kız Kulesi'nin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni, bir hayat başlayacak.

Ellerinde ceza fişleri ile oradan oraya koşan belediye memurlarının bakışları arasında, eskiden 'Boğaziçi' denen bu boşluğun çamurunda kurulmaya başlayacak yeni mahallelerden söz ediyorum. Gecekondularından, salaş bar, bar, pavyon ve eğlence yerlerinden atlı karıncalı lunaparklardan, kumarhanelerden, camilerden, derviş tekkeleri ve Marksist fraksiyon yuvalarından ve kapkaççı plastik atölyeleriyle naylon çorap imalathanelerinden... Bu kıyametimsi kargaşanın içinde Şirket-i Hayriye'den kalma yan yatmış gemi leşleriyle gazoz kapağı ve deniz anası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son günde karaya oturmuş Amerikan transatlantikleriyle yosunlu İon sütunları arasında açık ağzıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran Kelt ve Likyalı iskeletleri olacak. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri , gümüş ve teneke çatal bıçaklar ve bin yıllık şarap fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu kadırga leşleri arasından yükselecek bu medeniyetin antik ocak ve lambalarını yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir Romen petrol tankerinden alacağını da hayal edebiliyorum. Ama asıl hazırlıklı olmamız gereken şey, bütün İstanbul'un koyu yeşil lağım şelaleleriyle sulayacağı bu lanet çukurda, tarih öncesinin yeraltından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan ve kılış leşleri ve yeni cennetleri keşfeden fare orduları içerisinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır. Biliyorum ve uyarıyorum: o gün, dikenli tellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup biten felaketler hepimizin içine işleyecek.

Bir zamanlar, Boğaz'ın ipek sularını gümüş gibi ışıldatan mehtabı seyrettiğimiz balkonlardan gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın aydınlığını seyredeceğiz artık. Boğaz kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliğini koklayarak rakı içtiğimiz masallarda çürüyen ölülerin genzimizi yakan o küfle karışık kekre kokusunun tadını alacağız. Balıkçıların sıra sıra dizildiği o rıhtımlarda boğaz akıntılarının ve bahar kuşlarının huzur veren şarkılarını değil, bin yıl süren genel aramaların korkusuyla denizel dökülen kılıçları, hançerleri , paslanmış pala ve tabanca tüfekleri ele geçirip ölüm korkusuyla birbirine girenlerin haykırışları duyulacak. Bir zamanlar deniz kıyısındaki köylerinden yaşayan İstanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerlerken yosun kokusunu duymak için otobüs pencerelerini fayrap açmayacaklar; tam tersi, çürümüş ölü ve çamur sızmasın diye alevlerle aydınlanan aşağıdaki o korkunç karanlığı seyrettikleri belediye otobüslerinin pencere kenarlarına gazete ve kumaş parçaları sıkıştıracaklar. Baloncu ve kağıt helvacılarla birlikte toplaştığımız kıyı kahvelerinde, bundan sonra, donanma şenliğine değil , meraklı çocukların kurcalayıp kendileriyle birlikte havaya uçurdukları mayınların kan kırmızısı aydınlığına bakacağız. Ekmek paralarını, fırtınalı denizin kumsallara getirip attığı Bizans mangırları ve boş konserve kutularını toplamakla kazanan lodosçular, bir zamanlar sel sularının kıyı köylerindeki ahşap evlerden kopartıp Boğaz'ın derinliklerine yığdığı kahve değirmenlerinden, kuşları yosun tutmuş guguklu saatlerden ve midyelerin zırhıyla kaplanmış kara piyanolardan çıkaracaklar artık. İşte o günlerin birinde ben, dikenli teller içinden, bu yeni cehennemin içine kara bir Cadillac'ı bulmak için bir gece yarısı süzüleceğim. Kara Cadillac, bundan otuz yıl önce ben, bir acemi muhabirken serüvenlerini izlediğim ve patronu olduğu bir batakhanenin girişindeki iki İstanbul resmine hayran olduğum bir Beyoğlu haydutunun ("gangster" demeye dilim varmıyor) caka arabasıydı. Arabanın İstanbul'da birer eşi o zamanların demiryolu zengini Dağdelen ile Tütün kralı Maruf'ta vardı. Son saatlerini bir hafta tefrika ederek hikaye ettiğimiz ve biz gazetecilerin efsaneleştirdiği haydudumuz bir gece yarısı polis tarafından sıkıştırılınca, sevgilisiyle bir iddiaya göre esrar sarhoşluğundan, bir iddiaya göre de bilerek atını uçuruma süren eşkıya gibi Akıntı Burnu'ndan Cadillac'ıyla birlikte Boğaz'ın karanlık sularına uçmuştu. Dalgıçların deniz dibi akıntısında günlerce arayıp da bulamadıkları, gazetelerin ve okuyucuların da kısa süre sonra unuttukları Cadillac'ı nerede bulacağımı ben şimdiden kestirebiliyorum.

Orada, eskiden 'Boğaz' denilen yeni vadinin derinliklerinde, içine yengeçlerin yuva yaptıkları yedi yüzyıllık ayakkabı ve çizme tekleri ve deve kemikleri ve bilinmeyen sevgiliye yazılmış aşk mektuplarıyla dolu şişelerin işaret ettiği çamurlu bir uçurumun aşağılarında, elmaslar, küpeler, gazoz kapakları ve altın bileziklerin parladığı sünger ve midye ormanlarıyla kaplı yamaçların gerisinde bir yerde, çürümüş bir mavna leşinin içine alelacele kurulmuş eroin laboratuarının ve kaçak sucukçuların kestikleri beygir ve eşeklerin kova kova kanıyla suladıkları istiridye ve deniz minareli kumluluğun az ötesinde olacak.

Eskiden "sahil yolu" denilen, şimdiyse daha çok bir dağ yoluna benzeyen asfalttan geçen arabaların kornalarını dinleyerek indiğim leş kokulu bu karanlığın sessizliğinde arabayı ararken, içlerinde boğuldukları çuvallardaki iki büklüm durumlarını hala koruyan saray kumpasçılarının ve haçlarına ve asalarına sarılı Ortodoks papazlarının bileklerine gülle bağlı iskeletlerine rastlayacağım. Tophane rıhtımından Çanakkale'ye asker gönderen Gülcemal vapurunu torpillemek isterken, uskuru balıkçı ağlarına, burnu da yosunlu kayalıklara çarptıktan sonra deniz dibine çöken İngiliz denizaltısının soba borusu gibi kullanılan periskopundan çıkan mavimsi dumanları görünce, oksijensizlikten ağzı açık kalmış İngiliz iskeletlerinin temizlendiği ve kadifeyle kaplı albay koltuğunda Çin porselenleriyle akşam çayını artık Liverpool tezgahlarında imal edilmiş yeni yuvalarına huzurla alışan vatandaşlarımızın içtiğini anlayacağım. Karanlığın içinde, daha ötede Kayzer Wilhelm'e bağlı bir zırhlının paslı çapası olacak; sedeflenmiş bir televizyon ekranı bana göz kırpacak. Yağmalanmış bir Ceneviz hazinesinin artıklarını, ağzı çamurla tıkanmış kısa namlulu bir topu, yıkılıp kaybolmuş bazı devlet ve kavimlerin midyeyle kaplı tasvir ve putlarıyla burun üstü duran pirinç bir avizenin patlak ampullerini göreceğim. Gittikçe aşağıya inerek, çamur ve kayalar içinde yürürken, zincirli küreklerinin başında sabırla oturup yıldızları gözleyen köle iskeletlerini seyredeceğim. Yosun ağaçlarından sarkan gerdanlık, gözlük ve şemsiyelere dikkat etmeyeceğim belki, ama inatla hala ayakta dikilen muhteşem at iskeletlerine bütün silah, zırh ve takım taklavatlarıyla binen Haçlı şövalyelerine bir an dikkat ve korkuyla bakacağım. Üzeri midyelerle kaplı sembol ve silahlarıyla kaplı Haçlı iskeletlerinin hemen yanı başlarında duran Kara Cadillac'ı beklediklerini o zaman korkuyla anlayacağım.

Nereden geldiği anlaşılmayan fosforlu bir ışıkla arada bir belli belirsiz aydınlanan Kara Cadillac'a ağır ağır, korkuyla yanı başlarındaki Haçlı muhafızlarından izin alır gibi saygıyla yaklaşacağım. Cadillac'ın kapısının kulplarını zorlayacağım ama, baştan aşağı midye ve deniz kestaneleriyle kaplı araç bana geçit vermeyecek, sıkışmış ve yeşilimsi pencereleri yerlerinden hiç oynamayacak. O zaman, cebimden tükenmez kalemimi çıkarıp sapıyla camlardan birini kaplayan fıstıki yeşil yosun tabakasını yavaş yavaş kazıyacağım.

Gece yarısı, bu korkunç ve büyülü karanlıkta kibritimi yakınca arabanın Haçlı zırhları gibi hala parlayan güzelim direksiyonun, nikelajlı sayaçlarının, ibre ve saatlerinin madeni ışığında haydutla sevgilisinin bilezikli ince kollarıyla ve yüzüklü parmaklarıyla birbirlerine sarılarak ön koltukta öpüşen iskeletlerini göreceğim. Yalnız iç içe geçen çene kemikleri değil, kafatasları da ölümsüz bir öpüşle birbirine kaynamış olacak.

O zaman, kibritimi bir daha yakmadan gerisin geriye şehrin ışıklarına dönerken, felaket anlamında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla sesleneceğim: canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhane, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam, gel bana; yaklaşan korkunç felaketi unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.

*****************

Orhan Pamuk'un en sevdiğim romanı Kara Kitap'tan bir bölüm bu, kitabın kahramanlarından köşe yazarı Celak Salik'in yazısı. Boğaz'dan türlü türlü acayip şeyin çıktığı şu tuhaf günlerde iyi gider diye düşündüm. Resmi de susuzlukla ilgili web sitelerinden birinde buldum. ürkütücü diyil mi?

6 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Neocum,
Kara Kitap'tan hatırladığım en etkileyici bölümlerden bir, bu.
Bir önceki yazıyı, seyahat tefrikası yapacağım diye vaktinde okumamışım, şimdi okudum.
Düşündüm de, önceki yazıdaki aniden ortaya çıkan eski belalı g.'nin varlığı mı, bu katastrofobik metnin hatırlanmasına neden oldu, acaba?
aman aman, evlerden uzak!
:)

aslı hayvanı dedi ki...

kara kitap'ın en sevdiğim bölümü. tartışmasız. yani tam isabet :)

metin dedi ki...

"Üzeri midyelerle kaplı sembol ve silahlarıyla kaplı Haçlı iskeletlerinin" ibaresi hariç, ben de severim bunu.

neo dedi ki...

ekmekci kız,

tahminin doğru olabilir, gerçi üzerinden zaman geçti ama o sürpriz ziyaretin etkisi birkac gün sürdü, belki de o yüzden hatırladım bu metni.

kara kitap'ta, bir de galip'in karısı rüya'yı içe işleyen ayrıntılarla tasvir ettiği bir bölüm vardır, onun da hastasıyız :)

...

aslı h,

benim için de öyle. ne güzel kitaptır yahu, evdeki "okunacak kitaplar tepesi" everest'e yaklaşmamış olsa tekrar okunur aslında ama.. yok, ben daha 100 küsur sayfalık şavkar altınel'i günlerdir elinde süründüren bir sefilim, yok bana kara kitap falan!

...

metin bey,

iskeletler miskeletler, ben bütün metni seviyorum :)

metin dedi ki...

Neolitik Hanımcığım,

Ben şu son okuMAdığım kitabında da daha ilk cümlelerden birine takılmıştım da o bakımdan yani! Bu cümledeki "..... kaplı .......kaplı" ifadesi sinir bozucu biraz. Yoksa severim Orhan Pamuk'u.

neo dedi ki...

metin bey,

hay allah, ben o hatayı fark etmemişim :) orhan pamuk'u ben de severim çok ama son kitabı büyük hayalkırıklığı oldu benim için. tam da dediğiniz sebepten. ifade bozukluklarının yanısıra memleketi bir turiste anlatır gibi tasvir ettiği bölümler de asabımı bozdu: "annemle tek kanallı devlet televizyonunu izledik" vs. yok ya, ben bilmiyorum sanki o yıllarda televizyon nasıl! üstelik bu ifade birkaç yerde geçiyor.

neyse, uzatmayayım, haklısınız metin bey.