ucan kazlarla nils’in, uzun coraplı pippi’nin, geyiklerin, cinlerin, zencefilli kurabiyelerin mütevazı ülkesi: isvec
I.

bu yazı, stockholm seferinden getirdiğim ganimetler arasında bulunan tarcınlı çörekler ve çay eşliğinde yazılıyor. ecnebi memleketlere gittiğimde mutlaka bir markete gidip, yerel ürünlerden numuneler almaya çalışırım. bu kez de elinde kahvesi işe gitmeye hazırlanan Stockholmlü bir hanımı takip ederek onun özenle seçip kağıttan torbasına koydugu hamur işi mamullerden ben de aldım. Ofiste kısa sürede tükettiğimizden fotoğraflarını çekemedim ama bunca yılın gurmesi :P olarak içinde zencefil, tarçın, bal ve safran oldugunu tahmin ediyorum. Noel zamanı da yaklastığından olacak her yerde bir tarçın, zencefil hakimiyeti vardı.

stockholm’deki toplantıya katılımımız son anda belli oldu, vize islerini bir haftada hallederek pazar sabahı erkenden yola çıktık. yol arkadaşımla ilgili olarak fazla bir şey yazmak istemiyorum, yazarsam şikayetlenme dolu tatsız bir metne dönüşebilir çünkü, “birini gerçekten tanımak istiyorsanız birlikte yolculuk edin” denir ya, doğruluğunu bu vesileyle bir kez daha test etmiş oldum. şu kadarını yazayım size, ben hayatımda bu kadar mızmız, zor begenen, yemek konusunda secici birini tanımadım. otelin mutfagı huysuz küçük hanımı doyurmak icin ne yapacagını şaşırdı! Sebze getiriyorlar sosunu begenmiyor, balık getiriyorlar ona da bir bahane buluyor. sonunda ekmek ve tereyağla gecti öğünleri, ben nefis geyik etlerini, böğürtlenle servis edilen caanım İtalyan peynirlerini götürürken, şımarık küçük hanım tereyağı ve ekmeğe talim etti!

kırmızı şatonun büyüsü...

neyse, devam edeyim ben, uçak stockholm arlanda havaalanına inmek üzere alçalırken birbirine yakın sayısız ada gördük, iyice alçaldığımız noktada şehri, havaalanı binasını görmeye çalıştık ama nafile, ağaçlardan başka bir şey yoktu görünürde, ormanın üstüne mi ineceğiz kuzum derken, yumuşak bir inişle kendimizi pistte bulduk. taksiyle kalacağımız otele doğru giderken yol boyunca ağaçlar ve birbirinden epey uzak aralıklarla yerleşmiş, üçgen çatılı, koyu kırmızı evlerden başka bir şey yoktu. stockholm’e trenle 35 dakika uzaklıkta, eski bir şatodan bozma otele vardığımızda saat üçe geliyordu ve güneş batmak üzereydi. oteli görünce “ilk kez görüyor olsaydım çok daha etkileyici olabilirdi” diye düşünerek, gelmeden önce internette web sitesinden fotoğraflarına baktığıma pişman oldum. internet bazen böyle tadını kaçırıyor bazı şeylerin... ağaçların kış manzarası içinde, alacakaranlıkta sarı ışıklarıyla otel binasının masalsı bir havası vardı.

resepsiyonda bir yandan kayıt işlemlerini yaptırırken bir yandan etrafa bakıp ayrıntıları zihnime kaydetmeye çalıştım. 1800’lü yılların sonunda inşa edilen şato, bir dönem kraliyet ailesinin yazlık sarayı olarak kullanılmış, 90’lı yıllarda da çok uluslu bir şirket tarafından satın alınarak, otel-konferans merkezine dönüştürülmüş. salonda gürül gürül yanan şöminesi, etrafa serpiştirilmiş noel ışıkları, duvarlardaki geyik başları ve tabloları, her odada farklı tavan süslemeleriyle son derece etkileyici bir mekandı. şömineyi görünce, bavulları hemen odaya bırakıp, önündeki koltuklara yerleşip dinlenmeli biraz diye düşündüm. kaldığımız odalar, otelin ana binasına yakın inşa edilmiş tek katlı evlerin içindeydi. beyaz rengin hakim olduğu odalar, tek kişilik şirin karyolası, yatağın üzerindeki isvecce bi seyler yazan kırmızı kocaman yastığıyla pek sevimliydi.

“eski şehir”de çin yemeği

vardığımız gün, aksam yemeginde üç-dört ay önce doktora yapmak üzere isveç’e gitmiş bir arkadaşımla buluştuk. merkez istasyonunda buluşup kucaklaştıktan sonra, “eski şehir”e doğru yürüdük. karanlık maranlık demeden capon moduna girip her şeyin fotoğrafını çekmeye o noktada başladım. Eski şehir (Gamla Stan) denilen bölüm, Sultanahmet gibi bir yer. şehrin ilk kurulduğu bu bölgenin tarihi 1200’lerin ortasına kadar uzanıyor. stockholm katedrali, kraliyet sarayı, parlamento binalarının yanı sıra daracık sokaklarındaki sıra sıra evleriyle etkileyici bir ortaçağ atmosferine sahip... eski şehrin sokaklarında dolaşıp arkadaşımın İsveç maceralarını dinlerken, buraya mutlaka gündüz gelmeli diye düşünüyorum. mızmız yol arkadaşı faktörünü de hesaba katarak, sebze, et, pilav, makarnayı bir arada bulabileceğimiz bir çin lokantasına atıyoruz kendimizi.. (iki türk’ün isvec’e gidip, çin restoranında yemek yiyebilmesine biz “küreselleşme” diyoruz :)


yemekten sonra yine sokaklarda dolaşıp bir kahve içmek üzere hala açık (saat sekizbucuk falan bu arada) nadir kafelerden birinde oturuyoruz. dükkanlar altıbucuk-yedide kapanıyor, kafe ve restoranlar biraz daha gec ama sokaklara genel olarak bir ıssızlık hakim. Arkadaşım İsveç izlenimlerini anlatıyor, ilk geldiği zamanlar istanbul’dan sonra bulduğu sakinlikten çok hoşlanmış ama giderek bu sakinlik sıkıcı hale geliyormuş. o nedenle son zamanlarda hafta sonları, bulunduğu küçük kentten iki saatlik bir tren yolculuguyla stockholm’e gelip şehri dolaşıyormuş. Ülkede her şeyin acayip sistematik oluşunu bazen hayranlıkla bazen de kızgınlıkla ifade ediyor. bir kere çalışma izni alıp, sisteme girince vatandaşlık numarasına benzer bir şey veriliyormuş, onunla bütün dertler çözülüyormuş. faturaların tıkır tıkır ödeniyor ve sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyor hale geliyormuşsun. kuzeydeki sosyal devlet anlayışı hep anlatılır ya, arkadaşım sırf düzenli egzersiz yapması için devletin her ay kendisine 2000 kron ödediğini gülerek anlatıyor.

systembolaget

her şeyin bu kadar düzenli oluşu bazen sıkıcı da olabiliyor. Anlattığına göre, içki almak isveç’te bir mesele, alkollü içkiler marketlerde, bakkallarda değil “systembolaget” adı verilen tekel benzeri dükkanlarda, sadece belli saatler arasında satın alınabiliyor. “diyelim gecenin bi vakti sevgilin terk etti, kendini şaraba, votkaya vuracaksın, iniyim de şu köşedeki marketten alayım” demen mümkün diyil, ancak gündüz belli saatlerde açık olan systembolaget magazalarından satın alabilirsin. uzun yıllardır yürürlükteymiş bu sistem ve de isvecliler çok memnunmuş, alkole bağlı karaciğer hastalıklarının avrupa’da en düşük oranda görüldüğü yer isveçmiş. havanın bu kadar erken karardığı bir memlekette, derde kasavete kapılıp kendilerini kolayca içkiye vurmalarını engellemek için başlamıştır bu sistem diye düşünüyor insan, o zaman isabet olmuş... Danimarka dısında diger İskandinav ülkelerinde de gecerli imis sanırım, hatta şöyle bir espri yapılıyormus, Danimarkalılar daha ucuz oldugu için tuvalet kağıdı almaya isveç’e, İsveçliler de içki almak için danimarka’ya geçiyormuş haftasonları :)




anneler bebekleri olduğunda bir yıl izin yapıyormuş, babalar da ikinci sene zorunlu bebek iznine çıkarılıyormuş bir yıl boyunca, o yüzden sokaklarda bebekleriyle dolaşan bir sürü adam var :)

arkadaşım ev kiralama, satın alma sistemleriyle ilgili de bir sürü şey anlattı. Stockholm’de yeterince ev yokmuş, aileler çocukları dört-beş yaşına geldiğinde eve yazılıyormuş ki çocuk büyüyünce ev sahibi olabilsin. satın aldığın evi de dilediğin gibi kiralayamıyor, kiralama öncesi bir kurula bildirmen gerekiyormus. Velhasıl enteresan bir mülkiyet anlayışı var memleketin.

Pazar aksamı gec saatte trenle otele döndük. İsvecliler son derece güleryüzlü, yardımsever ve nazik insanlar. Yol sordugunuzda (tabii soracak birini bulabilirseniz, sokaklarda kimse yok cunku) ya da biletlerle ilgili bir sey ögrenmek istediginizde hevesle size yardım ediyorlar. Soru sorup yardım istediğimiz herkes İngilizce biliyordu, bize satın almamız gereken biletler, ineceğimiz istasyonla ilgili çok yardımcı oldular.

pazar gecesi guzel bir uyku cekip sabah dokuz gibi uyandım, etraf yeni yeni aydınlanıyordu. Toplantı için kayıt olduktan sonra kahvaltı etmek üzere göl manzaralı restorana geçtik, hava puslu ve karanlık olduğundan mı nedir, insan kendini tatlı şeylere vuruyor, dört gün boyunca yediğim reçelin, tatlı çöreklerin, meyveli yoğurtların haddi hesabı yoktu. iki gün toplantılarla geçti, ilk gün pek bilmediğim konular işlendiğinden daha eğlenceli geçti, yeni şeyler öğrenmek iyi geldi, ikinci gün daha sıradandı.

yediğim-içtiğim...

ilk akşam dediğim gibi çin restoranına gittik. klasik, pilav, sebzeli börek vs yedik. kahvaltı dışında İsveç mutfağıyla tanışmam pazartesi günü öğlen yemeginde oldu. Bi kere şunu söyleyebilirim, adamların dekorasyon anlayışı gibi öğünleri de son derece minimal. Çok lezzetli birtakım şeyler getiriyorlar önünüze ama tadımlık, bi lokmada yuttuktan sonra yahu bundan dört-beş tana daha olsa ya diye yutkunuyorsunuz. öğle yemeğinde başlangıç olarak minicik bir tabakta, birkaç parça yeşillik üzerinde somon numuneleri vardı mesela, gayet lezizdiler ama hemencecik bitti. ana yemek olarak da patates püresi yanında uzun uzun terbiye edildiği yumuşaklığından ve tadından anlaşılan bir geyik eti servis edildi. Lezzetsiz bir şey bekliyordum ama gayet güzel bir tadı vardı. öğlen yemeği bu iki çeşitten ibaretti. Allahtan kahve aralarında bol bol tarcınlı çörekler, zencefilli kurabiyeler vardı da açığı kapattım :)

bizi toplantıya davet eden isveclilerden biriyle istanbul’dan tanısıyorduk. Bir süre burada ortaklasa yuruttugumuz bir projede birlikte çalışmıştık. İstanbul’u özlediğini söyledi, en çok da insanların samimiyetini arıyormus. “Zeytin, peynir aldığımız bakkal birkaç gün görünmesek, “nerdesin, kocan nasıl” diye hatır sorardı, burada yok böyle şeyler” diye hayıflandı. bu bakkallar sadece yabancılara mı böyle sıcak davranıyorlar nedir, bizimki homur homur homurdanıyor sadece...

Viking güzelliği: Efsane mi, gerçek mi?

bir süredir isvecte yaşayan arkadasım, “evet Viking güzelliği bir şey varmıs kardeşim, ben gördüm bunu” dedi. Dogrusu ben toplantılarda, metroda, sokaklarda epey bir kestim insanları ama aman aman yakışıklı erkekler ya da güzel kadınlar göremedim pek. Ya hava karanlıktı ya da çekici buldugum sarışın sayısı (Robert redford bir, Michael caine iki) pek az oldugundan isveclilerin guzelliğini fark edemedim. yani genel olarak eli yüzü düzgün, ince tipler ama bir çarpıcılık yok yahu. Bir de milletin sere serpe olduğu yazın gitmek lazım, belki paltolardan, şapkalardan göremedim, ne bileyim...

Peki ya esmerler?
esmer arkadaşlar, koyu renk saçlı blogdaşlar, moraliniz mi bozuk, kendinizden memnun mu diyilsiniz, direkt stockholm’e gidip birkaç gün geçiriyorsunuz :) egzotik meyve muamelesi görüyorsunuz desem tamam abartmış olurum biraz ama kesinlikle yanlış olmaz. Döviz bürosundaki genç adamdan, toplantının uzun boylu, yakışıklı fotoğrafçısından, köprüde denk geldiğimiz bir başka İsveçli arkadaştan gelen hayran bakışları kuzeyin esmerlerden yoksun oluşuna bağladım ben ;) sırf bakış da biri diyil, biri resmen laf attı yahu :) (şimdi hem tacizden şikayet edersiniz hem de böyle şeyler hosunuza gider diye atlayan birileri olmasın, burada coğrafi bir fenomenden söz ediyoruz tamam mı?)

daha yazacaklarım var ama haftasonu evdeki internet baglantısı sorun cıkarınca, dün yazdıklarımı ancak bu saatte girebildim.. daha nils ve ucan kazlar, uzun coraplı pippi, süslü püslü yılbası vitrinleri, istisnasız her evin penceresinde ışıldayan yıldızlar, kutup ekmeği (fotografını da koyacagım) ve isvec polisiyeleri var sırada..

kuzeyden notlar devam edecek...

6 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Neocuğum,

Şu yukardan üçüncü fotoğraftaki iki koca bina ve onları Laz müteahhit usulü birleştiren köprü yapı neyin nesidir?
Şimdi, bütün bir İsveç yazısından bu mu kaldı aklında dersen, değil, inan ki.:) Sadece, merak. :-)

Ben, kuzeyli ülkeleri en çok Tuncan Okan'ın "Otobüs" filminin görüntüleriyle hatırlıyorum.

Bu arada, kutup ekmeğini sabırsızlıkla bekliyorum; varsa tarifiyle birlikte.:)

endiseliperi dedi ki...

ahhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh! ahhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh!yahu ne desem, ne güzel ama ne güzel anlatmışsın neo'cuğum, ellerine sağlık.yani dedim ki kendi kendime, iyi ki neo gitmiş de merakla beklediğimiz isveç yazılarını onun keyifli dilinden dinliyoruz. çok eğlendim, teşekkür ederim. seni biz başka yerlere de gönderelim tüm blog ahalisi ve patronunla ortak olarak, sen yaz biz okuyalım. nasıl desem, sanki gitmekten bile daha keyifli yahu senden okumak:)

çok çok sevgiler, öpücükler.

Elif Derviş dedi ki...

Neolitik Hanım yazını okuynca aklıma çooook sevdiğim Kuzyde Bir Yer adlı dizi geldi...ne alaka? bilmiyorum geldi işte :)

Stockholmlu kadını takip edip onun aldıklarından alman çok hoşuma gitti, gözümün önüne geldi..sanki böyle tin tin peşinden gidip kadın bi şeye bakmak için arkasını döndüğnde sen de hemen başka taraflara falan bakıyormuşsun gibi :)

Şatodan bozma otel bitirdi beni, kesin rüyama girecek, ama geyik başından nefret ettim :( Yanına bi de insan başı koysalarmış bari...hırr..

Hayatın Ankara'dakinden daha erken uykuya geçtiği bir yer var deseler inanmazdım, demek ki şikayet etmemek lazım :) Ya da bizim öğrencilerden (özellikle İstanbul'dan Ankara'ya yeni gelmiş olup her dakika yakınanları) bazılarını oralara yollamak lazım :D


Şu binaları bağlayan köprüye de bayıldım ben :)) Çok fantastik görünüyor.

Veee...babalara zorunlu bebek izni!! Ne güzel memleketmiş o yahu...bizde ise 3 günlük izin için bile kılı kırkı yarıyorlar...sinir oldum yine...avrupa'da kadınlara verilen doğum izninin de ücretli+ücretsiz toplam 3 yıl olduğunu duymuştum....niye biz böyleyiz...:((ki ben Avrupa Birliği taraftarı da sayılmam pek öyle)

Son bir şey..egzotik meyve muamelesi lafına çok güldüm :)) kafanda ananas şeklinde bir şapka varmış gibi geldi gözümün önüne hihi :))

Eline sağlık :)

gülçin dedi ki...

çok güzel bir gezi ve yazı olmuş neolitik hanımcığım, eline-gözüne-yüreğine sağlık.

ben de irlanda'da hayatın erken bitmesine çok şaşırmştım. üstelik hava aydınlıktı. otele dönünce "yahu bişey eksik ama ne" diye durup düşündüğümü, gamlandığımı hatırlıyorum. ama dışarısı aydınlık diye orada kalsan, her yer kapalı, sokaklarda in cin yok..

müzi dedi ki...

ben de bu yaziyi bekliyordum. ne kadar guzel anlatmissin Neolitik Hanim, oyle en ince ayrintisina kadar. anlattigin pek cok sey burasiyla oyle ayni ki, isvec kelimesini silip yerine norvec yazsan anlasilmaz gercekte nereden bahsettgin...
bir de bahsettigin o enfes biskuviler burada da var. pepperkake (biberli biskuvi) diyorlar ama icinde biber degil de tarcin ve zencefil var. buyuk ihtimal ayni biskuvileri yiyoruz, simdi baktim da benim kutunun altinda isvec'ten oldugu yaziyor :))
devamini bekliyoruz.
sevgiler

neo dedi ki...

ekmekci kız,

valla o laz müteahhit usülü dedigin binayı eski şehir'de gördüydüm, sanırım ev olarak degil de ticarethane olarak kullanılan eski binalardan biriydi..

kutup ekmeği meselesini yazının ikinci bölümünde açıklığa kavusturuyorum efenim, bugun koyacagım sayfaya..

***

peri,

gercekten begendin mi? bazen dagınık ve sıkıcı mı anlatıyorum acaba diye şüpheye kapılıyorum ama böyle güzel şeyler duyunca keyfim yerine geliyor :)

evet evet, beni baska yerlere gönderin, ben yazayım böyle, ispanya'ya gideyim mesela, endulus'u yazayım veyahut moskova da olur. bu ara perestroika doneminde moskova'da gecen "postaneye asla yalnız gitme"yi okuyorum da cok merak ediyorum moskova'yı.

çok sevgiler, öpücükler.

***
elif,

ahh, o diziyi bilmem mi hiç? ben de cok severek izlerdim. hatta bazen arkadaslarla kampanya yapsak da cnbc-e yayınlasa ya diye heves ediyoruz. dvd'sini falan bulmalı bi yerlerden..

yazıyı begenmene cok sevindim.

***

gülçincim,

çok teşekkür ederim. bu avrupa'da günün erkenden bitmesi hala acayip geliyor bana. istanbul'da hiç yaşamadığımız bi sey. hele taksim'e yakın oturuyorsan, gecenin bi kör vakti cıkıp insan icine karısırsın yahu!

***

müzi,

yaziyi begenmene cok sevindim. dedigin gibi bisküvilerin üzerinde pepperkake yazıyor, bitecekler yakında diye üzülüyorum. tarcınlı seyler buluyoruz memleketimizde ama zencefilli şeyler pek nadir..

yazının devamını girecegim bugun..

sevgiler